6 Nisan 2013 Cumartesi

ŞEYH SAİD VE AYAKLANMASI





Yazan: Fahrettin ÖZOPRAK

Önsöz

Şeyh Said Ayaklanması’nı araştıracağız. Elimde Hakan Kutlu, Murat Deniz ve Bülent Taşpınar tarafından hazırlanmış üç adet yüksek lisans tezi vardı. Bunun yanında Işıl Turan’ın Şeyh Said’le ilgili ilmi bir araştırma yazısı, Ali Fuat Cebesoy’un hatıraları, Mehmet Şerif Fırat’ın, Metin Toker’in ve Hayri Başbuğ’un H. Şelıc’ın adıyla yayınlanan eserleri vardı. Yan kaynak olarak da internet sitelerinde yayınlanan bilgilerden istifade edeceğim. Bilim kaynağa bakar, resmi olup olmadığına ve herhangi bir internet sitesinde kayıtlı olup olmadığına bakmaz, yeter ki adres gösterilsin, o kaynağa okuyucu tarafından ulaşılabilsin. Bilim hatıralardan, hatta röportajlardan da istifade edebilir. Kimse kalkıp da bana sen bu araştırmayı niye yaptın diyemez, demeye hakkı yoktur. Şeffaf toplumlarda kişilerin özel hayatı hariç, her şeye açıklık getirmek, gözler önüne sermek, devlet sırrı diye muhafaza edilenleri sır olmaktan çıkarmaktır. Vay efendim, bu ayaklanma Cumhuriyet rejimini yıkmak, yerine dini bir rejim getirmek için gerçekleştirilmiş bir ayaklanma demek de işi kurtarmaz. Çünkü her iki taraftan da ölenler, öldürülenler ve mağdur edilenler var. Bu toplumun bir meselesidir, çözüm bulmadığın sürece, ileriki zamanlarda aynısı ya da değişik bir şekli yeniden meydana gelebilir.
Biri çıkıp diyebilir ki, Şeyh Said Mustafa Kemal’e karşı isyan bayrağını kaldırdı. Kaldırabilir. Bu nedenle o lanetlenmelidir diyen de olabilir. Çünkü beyanda bulunan kişinin kapasitesi pek fazla değil, ancak o kadar düşünüyor, toplumların tek bir şahıstan ibaret olmadığını hala anlayamamış. Vur abalıya demenin de alemi yok. Modern toplum olmak bir kişinin çevresinde hücre hücre kilitlenip, organizma meydana getirmek anlamına gelmez. Bir araştırma, kişinin konumuna bakıp, söylenecek doğruları çarpıtmak ve başka türlü ifade etmek de değildir. Konum ne olursa olsun bir yanlış var ise onu belirtebilmek yapılacak olanların en doğrusu ve ahlakisidir.
Ben bu isyan olayında Şeyh Said’i, yahut isyanı bastıran askeri kuvvetleri alkışlamadım, birini lanetlerken diğerini baş tacı da yapmadım. Çünkü öyle yapsaydım bu çalışma ilmi olmaktan çıkar, bir propaganda aracı olurdu. Ben Türküm, isyanı çıkaranlar, Zaza ya da Kürtlermiş, Kürdistan kurma emelleri de varmış, hatta İngilizlerle işbirliği bile yapmışlar demek ve bir savunma durumuna geçmek de yanlış. Peki, nereden biliyorsun onların tamamen Kürt olduğunu? İçlerinde hiç Türk yok muydu? Peki, Şeyh Said, ifadesinde “Ben Kürtçüyüm, Kürdistan kurmak istiyorum, isyanı bu amaçla çıkardım” diyor mu? Peki isyancıların İngilizlerle işbirliğini kanıtlayan belgeler var mı? Neymiş efendi, isyancıların Diyarbakır’a saldırı düzenledikleri günlerde, şehirdeki postaneye İngiltere’den, ya da bir başka yabancı silah şirketinden silah katalogları gelmiş. Gelmişse gelmiş, bu delil ifade eder mi? Bir aydır, ya da iki aydır devam eden bir olay var, tabi ki silah şirketleri birilerine posta aracıyla katalog yollar, bu onların işi. Peki, bu katalogların isyancılara geldiği nereden belli. Aha geldi diyelim, böyle bir durumda silah ticareti yapılmış mı, para verilip silah alınmış mı?
Metin Toker diyor ki, isyanda bir Türk gizli polisi bir İngiliz subayı rolüne bürünüp, isyancılarla ilişki kurmuş. Kurar, niye kurmasın. Bu devletin vazifesidir, istihbarat ya da olayın yönünü başka bir yöne çevirmek nedeniyle yapmış olabilir. Ama o kişinin İngiliz subayı kılığına girip, isyancılarla sanki İngilizler görüşüyor havası vermesi isyanın İngilizler tarafından organize edilip gerçekleştirildiği izlenimini vermez, belge niteliğini de taşımaz. Eğer devlet öyle bir şey yapmış ise, o devletin bunu açıklaması normal bir davranış değildir, olayı inceleyenlerde öyle bir durumda devletin isyanı çıkardığı ya da kışkırttığı izlenimi ister istemez uyanır. Daha doğrusu toplumsal olaylar hafiyecilik yöntemiyle incelenmez ya da olay hakkında karara varılmaz. Bilim kendini kaynakların akışına bırakır, yönü ve yöntemi kaynaklar belirler. Resmi kaynakları ön plana alan demek ki işi resmi bir yönde inceliyor demektir. Her resmi kaynak da doğru demek değildir. O kaynağın nasıl ve ne niyetle hazırlandığı da önemlidir. Toplumsal, bilhassa isyan olaylarında mektuplar ve bildiriler sürekli ön plana alınır ama, kimse demez ki bu mektup ya da bildiri sahte, yahut düzmece. Yazının o kişiye ait olup olmadığı tam anlamıyla incelenmiş midir?
Biz bir alan araştırması yapmadık, farkındayım. İlla araştırma yapmak için onun alan araştırması olması icap etmez. Kaynakları temin edersin, oturur yazarsın, buna da araştırma denir. Görüşünü, zekanı ve mantığını kullanırsın.
Aslında isyana katılanların, ölenlerin ya da idam edilenlerin torunlarıyla yüz yüze, diz dize konuşmakta, onlara sorular sorup cevaplar almakta, ya da problemlerini dinlemekte fayda var. Bunun yapılması için bir finans kaynağı lazım, yoksa yapamazsın, çünkü ferdi olarak kişiye pahalıya patlar.

Şeyh Said’e Dair Bilgiler


Şeyh Said, 1865 yahut 1866’da Elazığ’a bağlı Palu ilçesinde dünyaya gelmiş, Sünni Zazalara mensup biridir. Babası Şeyh Mahmut, annesinin adı Merve’dir. Malazgirt’te medrese eğitimi görmüş, ailecek Hınıs’a göç etmeleriyle, oraya yerleşmişler. Şeyh Said zamanla Nakşibendi tarikatının liderlerinden biri haline gelmiştir. Onun Birinci Dünya Savaşı’nda Rusların Doğu Anadolu’da ilerlemeleri üzerine, ailesini alıp Piran’a yerleştiği, savaştan sonra ise Hınıs’a dönerek, Kolhisar köyünde ikamet etmeye başladığı[1] söylenir.
Şeyh Said’in dedesi Şeyh Ali’dir. Onu yetiştiren 1776-1827 yılları arasında yaşamış, Nakşibendi tarikatının Halidilik kolunu kuran ve Şam’da ikamet eden Mevlana Halidi’dir.[2] Bu şahıs Ziyaettin Haldi-i Kürdi olarak anılır.[3] Şairdir. Bir divanı vardır. Mevlana Halidi, 118 öğrencisi içinde Ali’yi seçmiştir. Seyit Abdülkadir’in dedesi Seyit Taha’nın bile onunla birlikte, medresede Mevlana Halidi'den öğrenim gördüğü söylenmektedir. 
Şeyh Ali, Diyarbakır’ın Lice ilçesine gelip orada imamlığa başlamış,[4] Lece’nin Septi köyünden ayrılarak Palu’nun Kasımiye mahallesine yerleşmiş, imamlığına burada devam etmiştir. Ona Şeyh Ali Septi demeye başlamışlar. Bir süre sonra çevrede bulunan ağa ve beylerle arasında bir anlaşmazlık meydana gelmiş, Erzurum’un Hınıs ilçesine varıp oraya yerleşmiş, sonra araya bazı aracılar girmiş, bu nedenle tekrar Palu’ya dönmüştür.[5]
Şeyh Said’in babası Şeyh Mahmut'un Kolhisar köyünde imamlığa başladığı, yedi evladı dünyaya geldiği söylenir. Şeyh Said bu evlatlardan biridir.[6] Şeyh Mahmut Fevzi Efendi onun doğumundan bir iki yıl sonra Hınıs’a gelip yerleşmiş, Bahattin, Diyaettin, Necmettin, Tahir, Mehdi ve Abdürrahim adlı oğulları dünyaya gelmiş, Şeyh Said’i hem dedesi hem babası yetiştirmiş, tasavvufa onlarla yönelmiştir. Zazaca ve Türkçe ana dilidir. Kürtçeyi, Arapçayı ve Farsçayı öğrenir. Dini ilimleri tahsil eder, sosyal, siyasi ve edebi dallarda medrese eğitimi görür. Hatta matematik, astronomi, mantık ve felsefe hususunda da medresede az buçuk bilgi sahibi olur.[7] Ancak o, medrese eğitimi alsa bile, çok zengindir. Bir sürünün değil, sürülerin sahibidir. Koyun beslemektedir. Davar ticareti yaptığı söylenir. Sürelerini yaylak zamanı Bingöl dağlarında otlatır, kışlak zamanı onları Musul, Kerkük, Halep ve Şam pazarlarına götürür, satarmış. Yaşlanıncaya kadar bu işi yapmış, sonra işini oğlu Ali Rıza’ya bırakmış.[8]
Şeyh Said üç kadınla evlenmiş, üçünden de çocuklar dünyaya gelmiş.[9] Beş kızı, beş erkek evladı varmış. 120 kadar çobanı, Hınıs ve Şavşan nahiyelerinin meralarında da 10 kadar sürüsü[10] bulunmaktaymış.

 

Ayaklanmanın Başlaması

a)     Ayaklanmanın Oluşumu:

13 Şubat 1925’te Cuma günü Piran camisindeki vaazında Şeyh Sait, “Medreseler kapatıldı. Din ve Vakıflar Bakanlığı kaldırıldı ve din mektepleri Milli Eğitim’e bağlandı. Gazetelerde birtakım dinsiz yazarlar dine hakaret etmeye, peygamberimize dil uzatmaya cüret ediyorlar. Ben bugün elimden gelse, bizzat dövüşmeye başlar ve dinin yükseltilmesine gayret ederim” demektedir.[11] Peki, o bu vaazı neden böyle vermiştir.
 Şeyh Sait ayaklanması 1843 yılından beri çıkan Kürt ayaklanmalarının hiç birine benzememektedir. Doğu Anadolu’da o güne kadar meydana gelen ayaklanmaların kökeninde derebeylik ve yağmacılık varken, bu ayaklanmada teokratik düzeni ülkede yeniden tesis etmek, saltanat ve hilafeti geri getirmek fikrini görmekteyiz.[12] Ancak ayaklanmaya her nedense, Kürtçülük fikri ve Kürdistan kurma emeli de sokuşturulmaktan edilmez.
Sultan Abdülhamit’in Paris’te bulunan oğlu Selim Efendi’nin tahta çıkmak ümidi beslediği ve Suriye’ye gelerek, Doğu Anadolu ile irtibat kurduğu, hatta Osmanlı sülalesinden İran ve Suriye’de bulunan bazı kimselerin ona destek verdiği, bunu haber alan Şeyh Said’in, iki oğlundan birini onunla görüşmek için Halep’e, diğerini İstanbul’a gönderdiği, görüşmelerini tamamlayanların Piran’a dönmeleriyle ayaklanmanın başladığı, hatta durumdan Başbakan Ali Fethi Bey’in bile haberdar edildiği, Şehzade Selim’in ayaklananlar içinde görüldüğü[13] söylenir. Söz konusu haberin doğru olma ihtimali yüksektir. Çünkü bu ayaklanma herhangi bir ayaklanmaya benzememektedir.
Şeyh Said’in İstanbul’a gidip dönen oğlu Ali Rıza’dır. Şeyh onu Şavşal’da karşılamış, bir ay kadar, Palu, Hınıs, Çabakçur, Genç, Lice, Hani ilçeleri ve köylerinde konuşmalar yapmış, sayısı kabarık atlılarla bir ay sonra, 13 Şubat 1925 Cuma sabahı Piran’a gelmiş, kardeşi Abdurrahim’in evine konuk olmuştur.[14] O gün cumadan sonra köye Üsteğmen Hasan Hüsnü ve Teğmen Mustafa Asım Beyler komutasında 15 kişilik bir müfreze gelmiş, bunlar Şeyh Said’i sormuş, gelmesi üzerine ona, adamlarının arasında 4 ağır hükümlü bulunduğu, arandıklarını, o kişileri derhal teslim edin demişlerdir. Ancak Şeyh Said 4 kanun kaçağını teslim etmemiştir. İşin tuhafı, Bahri’nin evinde misafir edilen Vartolu Nebi ve arkadaşları 4 kişi değil, 12 kişi kadardır. Bunların tümü suçları nedeniyle aranan kişilerdi. Hatta dağa bile çıkmışlar, ancak Şeyh Said’in yanına sığınmışlardı. Jandarma her yanı sarmış, dama bile çıkıp siper almıştı. Şeyh Said, “Biz onlarla beraber geldik, yoldaşız. Kendilerini şu ara bana bağışlayın ve ben buradayken bir  şey yapmayın. Hele ben gideyim, sonra ne isterseniz yapınız” diyerek araya girmek istedi, ancak Üsteğmen ona aldırmadı, biz 4 kanun kaçağını alıp gitmek zorundayız, muhakkak bunu yapacağız dedi. Şeyh Said, tamam dedi.
4 kanun kaçağı evde kaldı, 8 kanun kaçağı evin arka, herhalde bir gizli kısmından dışarı çıkıp, tepedeki kayalıklara yerleştiler ve jandarmalara ateş açtılar. Bu sırada evdeki 4 kişi ateş açınca Abdurrahim ve adamları da ateş açtı. Jandarmalar üç ateş arasında kalmıştılar. Üsteğmen çekilin emri verdi. Bir jandarma ölmüş, iki jandarma yaralanmıştı. Eşraftan Zülkif Cafer Ağa’nın evine sığındılar.[15] Şeyh Said ve 300 kadar atlı adamı o gün akşam olmadan köyü terk ettiler.[16]

b)     Ayaklanmanın Başlaması:

Şeyh Said, Piran köyünden Darahini’ye, yani Genç ilçesine yanındaki atlılarla 13 Şubat 1925’te akşam üzeri hareket etmiştir. O zaman bu ilçe vilayetmiş. Şeyh Said, yolda uğradığı köylerden adamlar toplamış, 14 Şubat 1925’te ilk bildiriyi kaleme alıp çevre il ve ilçelere yollamıştır:        
“Bismillahirrahmanirrahim
Bizler İslam’ın ve İslam Peygamberi’nin yüceltileceği ve zalim Mustafa Kemal’in kendi eliyle kurduğu hükümetin zevale uğratılacağı ve onların yeryüzünden silineceği bir zamana girmiş bulunuyoruz. Cihad etmek her Müslüman’a farzdır. Bu savaş, İslam’ın bu topraklarda yeniden hakim kılınması içindir. Bu çağrı, bütün Müslüman kabilelerin bu büyük cihada katılması içindir. Bu davete içtenlikle ‘Lebbeyk’ diyeceğinize inanıyorum.
Ey insanlar!
İslam’ı bu kâfirlerin elinden koruyalım. Aksi takdirde bu kafir hükümet, bizi de kendisi gibi yapacaktır. Bunun için, ona karşı cihad etmek farzdır.
Emîr’el- Mücahidin Seyyid Muhammed Said el- Nakşibendi”.[17]
15 Şubat’ta Genç iline bağlı Piçar nahiyesi Hakik köyüne varılmış. Paroğlu Ömer Ağa komutasındaki Butyanlı, Fakı Hasan oğlu Abdülhamit komutasındaki Mistanlı, Ömer oğlu Haydar Ağa komutasındaki Tavaslı, Tavberli Molla Ahmet komutasındaki Silvan aşiretleri yol boyunca ya da köyde ona iştirak etmişler. O gece köyde kalınmış. 16 Şubat’ta Genç ili üzerine yürümüşler. İkindi vakti Cemahni’ye vardıklarında ayaklanmanın ileri kollarının şehri kuşatmaya başladıkları haber alınmış. Kupar köyüne vardıklarında şehrin düştüğünü öğrenmişler. O geceyi köyde geçirmek istemişler, ancak gelen haberlerde şehrin yağmalandığı, Ziraat Bankası’nın soyulduğu söylenince Şeyh Said Darahini’ye varmış, bankanın kasasını Yusuf Ağa’ya teslim etmiş.[18]
1925 yılı Ocak ayı sonlarına doğru Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Erzurum mebusu Ziyaeddin Efendi’nin TBMM kürsüsünde, iktidarda bulunan Cumhuriyet Halk Fırkası’nın icraatlarını eleştirerek; “Yeniliğin işret, dans, plaj sefasından başka bir şey ifade etmediği”, fuhuşun arttığı, “Müslüman  kadınların edeplerini kaybetme” yoluna girdiği, sarhoşluğun himaye gördüğü, “dini duyguların rencide edildiği”, “yeni rejimin sadece ahlaksızlık getirdiği”, “rezil bir yönetimin  memleketi çamurların içine sürüklediği”[19] biçiminde laflar söylediği belirtilir. Ancak Meclis zabıtlarında bu tür bir konuşma var mıdır, kimse dikkat etmemiş. Evet, onun Meclis zabıtlarında yer alan bir konuşması vardır. Erzurum Mebusu Ziyaeddin Efendi, bu konuşmasında “Şeriye Vekaleti şayet mukaddes ise ona imtiyaz verilmesi ve dokunulmaması gerektiği"ni belirtmiş.[20] Kaynak, TBMM Zabıt Ceridesi, Devre II, Cilt 6, İçtima Senesi 1, Yüzonüçüncü  İçtima, Celse 2, (27/2/1340).[21]
Konuşma Şeriyye ve Evkaf Vekaletleri’nin kaldırılmak istenmesi üzerine yapılmıştı. Ziyaeddin Efendi’nin konuşmasından sonra, İsparta mebusu İbrahim Hafız Efendi, “Dini mubini islam payidardır. İslam kıyamete kadar bakidir” diyor. İsparta mebusu Hüseyin Hüsnü Efendi, “İslamiyeti üç beş kişi yıkamaz, bilhassa İslamiyete tecavüz edenler yıkılır” diyor.[22] Meclisteki bu konuşmalar Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurulmasından 8,5 ay kadar önce meydana geliyor. Daha o zaman Ziyaeddin Efendi TCF vekili değil, Halk Fırkası mebusu.
Yeniliğin işret olduğuyla başlayıp memleketin çamura süreklendiğiyle cümlesine son veren Metin Toker, açıkça yalan söylemektedir. Ne yazık ki, onun bu sözlerini Necip Fazıl Kısakürek bile ciddiye almıştır. Yani, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın Şeyh Said’le ve ayaklanmanın başlamasıyla herhangi bir ilgisi yoktur.

c)      Şeyh Said’in Mektup ve Beyannameleri

Şeyh Said tarafından Emir’ül Mücahidin Muhammed Said el-Nakşibendi imzasıyla, Urfa ve çevresinde ikamet eden Milli Aşireti’n reisi Halil Bey’e gönderilen mektupta; “Şimdiki hükümet İslam Hilafetini, Saltanatı, meşihatı İslamiye’yi ve ilim medreselerini ilga etmiş, Evkaf Nezaretini kafirlik maarifine ilca etmiş, kadınlık mesturunu kaldırmış, zinayı ve içki içilmesini, kadınların yabancılarla dans yapmasını mübah kılmış, bu gibi fuhşiyata mahsus, mesela dans salonu, tiyatro, sinema, bar ve umumhane gibi geniş binalar inşa etmişler, Allah ve Resulünün dini olan dinimizle istihza etmekte bulunmuşlar, onların namına olarak ahkamı İslamiyeyi tahkir ve İslamiyetin esaslarını değiştirmişler, erkanı sarsmışlar, dine karşı ve bu din erbabına karşı ilan-ı harp eylemişler. Allahü Taala din ve Şeriatın intikamını almaya başlamıştır, himmetinizden muavenet talebinde bulunuyorum, bütün aşiretlerinize bildiriniz.”[23]
Alevi Zaza olan Hormek aşireti reisleri Halil, Veli ve Haydar Ağa’ya gönderilen mektupta, “Din-i mübini Ahmedi’yi, kafir olan M. Kemal’in yedi zulmünden tahlis etmek gazası niyetiyle Şuşar’a hareket edildi. Bu gaza ve cihadın mezhep ve tarikat tefrik edilmeden” kelime-i şehadet getiren “bütün İslam muvahhidleri üzerinde farz olduğundan, büyük bir gayret ve şecaat sahibi olan Müslüman aşiretinizin de şeriat-ı garrayi Ahmediyye’ye ve bu cihad-ı ekbere itba’ edeceğinize itimadım berkemaldir. Ya eyyühel-ensar, dinimizi ve namusumuzu bu mülhidlerin elinden kurtaralım, size istediğiniz yerleri verelim. Bu dinsiz hükümet bizi de kendisi gibi dinsiz yapacaktır, bunlarla cihad farzdır” denmektedir.[24] Ancak bu Alevi liderleri Şeyh Said’e destek vermedi.[25] Destek vermemelerinin tek nedeni ise, onun Sünni, kendilerininse Alevi olmasıdır.   
Hadim’ul-Mü’minun Şeyh Said Pirani[26] imzasıyla basılıp dağıtılan beyannamelerde, “Kurulduğu günden beri din-i mübini Ahmedi’nin temellerini yıkmaya çalışan Türk Cumhuriyeti Reisi Mustafa Kemal ve arkadaşlarının, Kuran’ın ahkamına aykırı hareket ederek, Allah ve peygamberi inkar ettikleri ve Halife-i İslam’ı sürdükleri için, gayri meşru olan bu idarenin yıkılmasının bütün İslamlar üzerinde farz olduğu, Cumhuriyetin başında bulunanların ve Cumhuriyete tabi olanların mal ve canlarının şeriat-ı garrayi Ahmediyye’ye göre helal olduğu” ileri sürülmekte,[27] Halifenin Müslümanları beklediği, Hilafetsiz Müslümanlık olmayacağı, Halifenin memleketten çıkarılamayacağı, şiarımızın din olduğu, Şeriatın lazım geldiği belirtilmekte, o günkü hükümet hedef gösterilip, “Şimdiki hükümet mütemadiyen dinsizlik neşretmektedir. Kadınlar çıplaktır. Mekteplerde dinsizlik ilerliyor[28] denmekte, “Fakirin, güçsüzün, kadının, ihtiyarın, çocuğun ve esirin hakkına, canına ve malına tecavüz edilmeyecek. Kimseden zorla para alınmayacak. Esirlere normal muamele yapılacak ve kendi yediğinden verilecek[29] sözleriyle beyanname bitirilmektedir. 
Görülüyor ki, bu ayaklanma tamamen dini, yani teokratik, ülkede saltanatı yeniden teşekkül ettirme ve hilafeti yeniden kurma yönünde bir isyandır. Herhangi bir şekilde Kürtçülük fikri ve Kürdistan’ı kurma emeli taşımamaktadır. Ayaklanma bir ay kadar öncesinden hazırlanmış, ondan önce de Halep ve İstanbul ile temaslar sağlanmış olduğu için, ayaklanmanın fikri safhası İsmet Paşa Hükümeti’nin düşmesi, yerine Ali Fethi Bey Hükümeti’nin kurulmasıyla başlamıştır. O sırada Bitlis’te tutuklu bulunan Cibranlı Halit bir adamı vasıtası ile eski mebus Yusuf Ziya’yla temasa geçmiş, Suriye’yle temas kurulmasını istemiştir[30] ki, herhalde bu temas Şehzade Selim’ledir. Akabinde Şeyh Said’in Şuşar ilçesi, Gökoğlan nahiyesi, Kırıkan köyünde Cibranlı Halit’i kurtarmak için Miralay Selim, Kamil Bey ve Cibranlı Baba ile bir toplantı yaptığını[31] görmekteyiz. Bu toplantı, ya Aralık ayında ya da Ocak ayı başlarındadır.
Hem yeniden İsmet Paşa’nın başa geçmesi, hem de kurulan ikinci partinin kapatılması için söz konusu ayaklanmanın çıkarılmasına gerek görülmüş olunabilir. Bu ihtimal dahilindedir. Apdi İpekçi tarafından Şeyh Sait isyanının Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’yla herhangi bir bağlantısı bulunup bulunmadığı sorulmuş, İsmet Paşa’nın cevabı ise enteresandır: Bu ayaklanmayla söz konusu parti arasında doğrudan doğruya bir bağlantı ya da ilişki mevcut değildir. Ayaklanma irtica mahiyetlidir, o günlerdeki değişimden kaynaklanmış, mevcut yönetime tepki olarak meydana gelmiştir.[32]
18 Şubat’ta Meclis’te, kürsüde Dahiliye vekili Cemil Bey, Genç’te başlayan Şeyh Said ayaklanmasına değinmiş, bunların eşkıyalık yaptığını, şehirde yağmacılık olayında bulunduklarını, hükümetin gerekli tedbirleri aldığını, yakında bu ayaklanmanın bastırılacağını ifade etmiştir.[33] 8 Mart 1925 tarihli Vatan gazetesinde, San Remo’da bulunan Vahdettin’in ayaklanma olayını takip ettiğini, Fransız gazetecilere vermiş olduğu demeçlerle ayaklanmadan memnun kaldığını, isyancılara başarılar dilediğini, onlar için güzel temennilerde bulunduğunu[34] görmekteyiz.

Ayaklanmanın Büyümesi

a)      Ayaklanmanın Basına Yansıması

Şeyh Said Ayaklanması 16 Şubat 1925 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde, “Şubatın on üçüncü günü Ergani’nin Piran köyündeki Jandarma müfrezesi ile o civara gelen Şeyh Sait Bediüzzaman ve avanesi arasında bir müsademe olmuş, telefon ve telgraf hatları tahrip edilmiştir. Yetişen kuvvetler üzerine Şeyh ve avanesi kaçmışlardır. Telgraf ve telefon hatları tamir edilmiştir. Mütecavizlerin şiddetle takibe devam edilmesi ve tenkili emrolunmuştur” denerek 3. sayfanın 5. sütununda verildi. 17 Şubat 1925 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde “Piran Hadisesi Vekiller Heyeti toplantısında bastırılması için emir verildi. Bugünkü Vekiller Heyeti toplantısında İçisleri Bakanı Cemil Uybaydın Piran hadisesi hakkında tafsilat vermiş ve civardaki zabıta kuvvetleriyle uçaklar vesair vasıtalarla tenkil keyfiyeti lazım gelenlere emredilmiştir. Meseleye kapanmış nazarıyla bakılmaktadır. Ankara mehafili bu işte İngilizlerin parmağı olduğu fikrindedir” denerek olayla ilgili hükümet görüşünü belirtmiştir.[35] 18 Şubat’ta ise Cemil Bey, bundan önce de değindiğimiz gibi olayı bir eşkıyalık ve Genç şehrindeki yağma olarak nitelendirmişti. Çünkü doğudan gelen bilgiler böyleydi. Gerçekten de olay aranan ve teslim edilmeyen Vartolu Nebi ve arkadaşlarından müteşekkil eşkıyalar yüzünden çıkmış, Piran’da bulunan Şeyh Said ve 300 kadar atlısı o gün akşama doğru köyü terk etmiş, Genç iline taarruz etmişler, şehri ele geçirenler yağmaya başlamış, o gün Kupar köyünde gecelemek isteyen Şeyh Said, yağma olayını duyunca köyde kalmayıp şehre inmiş, Ziraat Bankası’nın kasasını Yusuf Ağa’ya teslim etmiş. Demek o bu şekilde yağma olayına el koymuş. Tarih 16 Şubat-17 Şubat gecesi, belki de sabaha karşı.
Görülüyor ki hükümet ve gazeteler ilk günlerde olaydan gününe gün haberdarlar. Olayı takip etmekteler. Ancak meselenin neden meydana geldiğinden ve nasıl çıktığından habersizler. Olayı tetikleyen mesele ise, 20 Aralık 1924’te Cibranlı Halit’in tutuklanıp Bitlis’te cezaevine konması, akabinde Beyrut’tan Halep’e gelen Şehzade Selim Efendi’nin Doğu Anadolu’yla ilgilenmesi, her nasılsa Cibranlı Halit’in onun geldiğinden haberi olması ve Eski mebus Yusuf Ziya’yla temasa geçip, Şeyh Said’in durumdan haberdar edilmesi, bunun üzerine bir Halep’e bir de İstanbul’a adam gönderilmesidir. Hatta Şeyh Said, Cibranlı Halit’i kurtarmak için Kırıkan köyünde bir toplantı bile düzenlemiş, Miralay Halit başta olmak üzere bazı kişilere emir vermiş. Bundan da bahsetmiştik. 16 Şubat günkü gazetenin vermiş olduğu telgraf tellerine kesme haberi doğru. Böyle bir olay 13 Şubat 1925 akşamına doğru vuku bulmuş.[36] Her şey planlanmış. Buna göre, ayaklanma 3 bölgede gerçekleşecek:
1.’si Çobakçor Bölgesi: Ayaklananlar Şeyh Şerif komutasında Çan’lı Şeyh İbrahim ve Şeyh Hasan tarafından yönetilecek. Bölge ele geçirildikten sonra Göykün ağalarından destek alınacak ve Elazığ’a üzerine yürünecek. Gezik ve Kığı boğazları tutulduktan sonra askerlerin oradan geçip gelmeleri engellenecek.
2.’si Muş Bölgesi: Ayaklananlara Melekanlı Şeyh Abdullah komuta edecek.
3.’sü Diyarbakır Bölgesi: Ayaklananlara Şeyh Said komuta edecek. Kardeşi Şeyh Abdurrahim Maden’deki kuvvetlerle Siverek’e doğru harekete geçecek, Siverek Şeyh Eyüp tarafından ele geçirilecek.[37]

b) Ayaklanma Genişliyor: 

18 Şubat-24 Şubat arasında, Basın’da yayınlanan haberlerde; müfrezelerimizin takibinden kaçma çareleri arayan Şeyh Said’in yüz elli süvarisiyle birlikte Genç’te bulunduğu, harekete geçen jandarma kuvvetlerimiz karşısında ayaklananların mukavemet güçlerinin tamamen kırıldığı, hatta açlıkla karşı karşıya bulundukları, Şeyh Said’in mahiyeti ile birlikte Darahani köyünü işgal ettiği, ayaklananların buradan çıkarak, biri Diyarbakır üzeri Lice istikametinde, diğeri Ergani üzeri Piran istikametinde iki kol halinde ilerledikleri, ancak her iki kolun da askerlerimiz tarafından çökertildiği, asilerden Kol komutanı Fahri isimli birinin öldüğü, asilerin Genç’te toplandığı, üç güne kadar bunların temizlenecekleri, isyanın bastırılmakta olduğu yer alıyordu.[38] Ancak bu bilgilere tam anlamıyla doğrudur diye bakamayız. Çünkü teferruatlı bir biçimde verilmemiş.
Ayaklananlar Lice’ye bir buçuk saat mesafede bulunan Titek köyüne geliyorlar. Onları burada Mehmet Şerif Hoca karşılıyor. Şerif Hoca, Lice’ye o gece girmemelerini, çok kan döküleceğini haber veriyor. Şeyh Said, onu Lice’ye göndererek, halka durumu anlatmasını, onların kendilerinden taraf olmalarını sağlamasını söylüyor. Şerif Hoca gidiyor. Şeyh Said, Tilek köyünde ordugahını kurmuş beklerken kardeşinden müjdeli bir haber geliyor. Serdi köylü Şeyh Mehmet Methi, üzerlerine sevk edilen bir piyade alayını Kıs ovasında bozup Diyarbakır istikametinde çekilmesini sağlamış. Bunun üzerine 21 Şubat’ta Lice’nin cenubundaki Hezan köyüne varıyorlar. Hükümet kuvvetlerinin Lice’ye yaklaşmakta oldukları haber alınmış ve cephe teşkil edilmiş. Yapılan muharebede askeri kuvvetler 50 kadar esir bırakarak çekiliyor. Bir miktar cephane, bomba ve tüfek de ele geçirilmiş. O gün Hari köyünde geceleniyor. Piran’ın milis kuvvetlerce geri alındığı, Muallim Fahri Bey’in öldürüldüğü, Hani’nin yeniden askeri güçler tarafından zapt edildiği öğreniliyor. Şeyh Said, raporu aldıktan sonra 22–23 Şubat gecesi yola çıkıp, Hani üzerine yürüyor. Muharebede askeri güçler bozuluyor. Şeyh Said 26 Şubat sabahı Hani’ye giriyor. Bu sırada Kaban civarından Yarbay Cemil Bey komutasında Süvari kuvvetlerinin yaklaşmakta olduğu haber alınıyor. Pusu kuruluyor. Süvariler teslim oluyor. Diyarbakır istikametine çekilen bir piyade alayının, askerlerini toplayıp Ali Bardak köyü civarında mevzie girdiği haber alınıyor. 28 Şubat’ta onlara taarruz ediliyor. Çarpışmalar uzun sürüyor. 80 kişi kalmış askeri kuvvet daha fazla dayanamayıp kaçıyor. Bu köyde Şeyh Said ve ayaklanmacılar toplanıyor.[39] O sırada diğer cephelerdeki gelişmeler ise şöyle:
Çobakçor’da bir olay olmuş. Vilayet merkezi Genç, valisi, jandarması ve memuru dahil, birinin bile karşı koymaması ile ele geçmiş. Durumu gören Muallim Mehmet Zeki Bey, Dahiliye vekaletini arayıp olayı haber vermiş. Ancak o, Genç valisi, Çobakçor kaymakamı ve Hakim Bağdatlı Rıza’nın gayretleriyle hapse atılmış.[40]
Şeyh Şerif, Çopakçor’u alıp Palu’ya da hakim olduktan sonra Elazığ üzerine yürümüş 17. Tugay komutanı Albay Osman Bey, şehri savunmak için Beyyurdu teplerini tutmuş. İsyancılar yaklaştığı zaman üzerlerine ateş açmışlar.[41] Vali Hilmi Bey’e göre, Harput yönünde Kayakara mevkiinden Keserek köyüne kadar uzanan tepelere top, makineli tüfek ve katırlı süvari birlikleri yerleştirilmiş. 24 Şubat sabahı çatışmalar başlamış. Tüfek ve top sesleri her tarafı kaplamış. Bir ara Katırlı süvari birlikleri mevzilerini terk ederek geri çekilmeye başlamış. Cephaneliğin yağmalandığı haberi gelmiş. Albay Osman Bey bir kuvveti alıp, Süvarilerin çekilmesini önlediği gibi yardıma koşup yağmayı da engellemiş. Merkeze uğradıktan sonra Beyyurdu’na dönmüşler. Asiler Huğu köyü civarından ve ovadan ilerliyorlarmış. Topçu ateşi onları dağıtmış. O sırada Katırlı süvariler kaçışmaya başlamış. Asiler Beyyurdu tepelerine hakim olmuş. Şehre doğru çekilmişler. Kışla meydanında asilere karşı bir savunma hattı kurulmak istenmiş. Halktan kimse yardıma gelmeyince bu olmamış. Şehrin garp tarafına çekilip orada da savunma hattı kurmak istemişler. Yine halktan kimse yardım etmemiş. Son çare olarak Fırat üzerindeki köprüyü tutmak için ilerlemişler.[42] Asiler şehre girmişler. Hapishaneyi boşaltıp mahkumları serbest bırakmışlar. Şehri işgali tamamlandıktan sonra Malatya üzerine yürümeye karar vermişler.[43] O gün 25 Şubat’tır. İşin tuhafı, Palu’yu işgal eden ayaklanmacılardan 300 kadar silahlı adamın Elazığ’a geldiklerinde herhangi bir mukavemet görmeden şehre girmesi.[44]

c)      Yağma Olayları:

Harput da isyancılar eline geçmişti. Hükümet konağı, hastane, mağaza ve dükkanlar yağmalandı. Ancak burada meydana gelen yağma hareketinin isyancı liderler tarafından durdurulamayışı onların sonunu hazırladı. Halk silahlandı. Binbaşı Nadir Bey’in etrafında toplanarak harekete geçtiler. İsyancılar Harput’ta tutunamayıp şehri boşalttılar. Elazığ’da da durum aynı şekilde oldu. İsyancılar şehri boşalttılar.[45] Bu haber 27 Şubat 1925 tarihli gazetelerde yer aldı. Ancak Harput ve Elazığ’dan isyancıların şehirden çıkarılma haberi teferruatlı olarak verilmez. İki olay için de benzer ifadeler kullanılır. Burada dikkatimiz çeken önemli bir durum var. Elazığ’da şehir düştükten sonra neler olduğunu pek bilmiyoruz. Ancak gazetenin bildirdiğine göre, Harput’ta geniş bir yağma hareketi var. Bu hareket öyle bir hal almış ki, halkı harekete geçirmiş. Yani şehri ele geçiren isyancıların lideri yağmayı önleyememiş. Elazığ düşerken hem şarkında ham garbında savunma tertibatı almak isteyen Albay Osman Bey’e yardım etmeyen, onun yalvarmalarını bile dinlemeyen halk, şehir isyancılar eline geçtikten sonra aslan kesiliyor. Bu da Harput’taki gibi geniş bir yağma hareketinin burada da meydana geldiğini gösteriyor. Yani hastane, mağazalar, dükkanlar talan edilmiş.[46] Zaten 5 Mart 1925’te yayınlanan Malatya gazetesinde Vali Hilmi Bey’in yağmaya ve halkın bu yağmalamaya karşı tepki vermesine dair ifadeleri var.[47] Anlaşılıyor ki Şeyh Şerif bile bu yağmayı önleyememiş. Ancak Kupar köyünde geceleyen Şeyh Said, Genç’teki yağma hareketi başladığını işitince 16-17 Şubat gecesi bir an bile yerinde durmayıp varmış ve olaya müdahale etmişti. Bunu görmüştük. O yağmayı önlüyor ama, lider konumundaki diğer adamları, Elazığ ve Harput’u ele geçirenler önleyemiyor. Zaten söz konusu yağma hareketleri olmasa isyancılar halk ile karşı karşıya gelmeyecek. Gazetelerdeki ifadelerden bunu anlıyoruz.
İsyancıların Harput’tan çıkarılmasından sonra telgraf telleri onarılmış, Elazığ ile haberleşme sağlanmış.[48] Elazığ, 25 Şubat’ta isyancılar elinde. Demek ki isyancılar 26 Şubat’ta şehri terk etmişler.
Dahiliye vekili Cemil Bey’in 28 Şubat’ta Vatan gazetesinde yayınlanan beyanatında; “Heyet-i Vekiliye içtimasında vaziyeti mütalaa ettikten sonra yeniden bazı emirler verdik. Elaziz’in müdahilinde vaka olan ikinci bir müsademede ahali ve askerlerimiz asileri oradan da firara mecbur etmiştir. Elaziz’de hükümet tesis etmiş, vali vazifeye başlamıştır. Harput’taki müsademede asilerden yüz mütecaviz telef olmuştur. Asilerin başında bulunan Şeyh Mahmut ile mahiyetindeki elli nefer esir edilmiştir. Asiler ahali tarafından şiddetle takip edilmektedir. Şimdiden bazı kıtaatımız Diyarbakır ve Harput’a yetişmiştir. İsyan sahası malum olduğu üzere, Palu, Lice, Genç ve Piran’a münhasır kalmıştır. Umumi seferberlik ve ihtiyat zabitlerinin silaha davet edileceği hakkındaki haberler yalandır. Suret-i Kıtada tekdir edebilirsiniz. Yalnız iskan mıntıkalarına civar olan vilayetlerde kısmen seferberlik ilan edilmiştir. O civardaki ihtiyat zabıtları da vazifeleri başına gelmiştir. Mesele bundan ibarettir. Harput’a giren asiler çapulculuk yapmış olduklarından ahaliden bir kısmı mağdur olmuştur. Hükümet bunların ihtiyacı için yirmi bin lira göndermiştir[49] denmektedir. Buradan anlaşıldığı üzere Harput’taki isyancıların lideri Şeyh Mahmut.
Yine 28 Şubat gazete haberlerinde: İsyancıların bozulmaya yüz tuttuğu, askeri kuvvetlerimizin bölgeye yetişmesinden önce halkın isyancıları perişan ettiği, bu nedenle isyancıların morallerinin bozulduğu, son duruma göre isyan bölgesinin Palu, Lice ve Genç arasına sıkışıp kaldığı, yakında o kısımların da temizleneceği, gelen haberlerin memnuniyet verici olduğu, isyanın önüne geçildiği, durumun lehimize bir hal almaya başladığı, tayyarelerimizin asileri bombaladığı[50] görülmektedir. Peki, durum öyle ise, Ankara’daki telaş niye? İşte bu bizi düşündürmektedir.

d)     Başkent’te Neler Oluyor?

O sırada Ankara’da ise durum başkadır. 21 Şubat 1925’te, Gar’da İstanbul’dan gelecek olan İsmet Paşa beklenmiş. Meclis başkanı Kazım Özalp ve bakanlar da orada. Başbakan Ali Fethi Bey yok. Mustafa Kemal de hazır. İsmet Paşa karşılanmış. Mustafa Kemal ona, ben kalpağımı giydim, sen de giyeceksin, yalnız benimki önden görünümlü, seninki yandan görünümlü olsun demiş. Çankaya’ya gitmişler. Olay burada masaya yatırılmış. Kürdistan isteğine yönelik Kürt ayaklanması mı, yoksa başka bir şey mi? İşin içinde yabancı, bilhassa İngiliz parmağı var mı? Burada İsmet Paşa, Şeyh Said’in bir Kürt lideri gibi davranmadığını, onun kendilerine karşı bir ihtilal hareketine giriştiğini, açtığı bayrağın ise bir hilafet bayrağı olduğunu, şeriat bayrağını dalgalandırdığını söylemiş. Gazi ona, oysa Başvekil böyle düşünmüyor, mahalli bir isyan olduğunda israr ediyor demiş. Kazım Özalp da orada. Akşam yemeğini yemişler. 22 Şubat Pazar günü onlara Ali Fethi Bey de katılmış. Başbakan konuşmalar sonrası durumun ciddiyetini kavramış. Akşam Genelkurmay başkanı Fevzi Paşa da onlara katılmış. İsyan bölgesinde sıkıyönetim ilan etmeye karar vermişler. Bu hususta hükümet tezkeresi ivedilikle Meclis’e gönderilmiş. Elazığ, Genç, Muş, Ergani, Dersim, Diyarbakır, Mardin, Urfa, Siverek, Siirt, Bitlis, Van, Hakkari illerinde, Kığı ve Hınıs ilçelerinde bir ay süreyle sıkıyönetim ilan edilmesi kararlaştırılmış.
24 Şubat’ta Meclis grubu toplanmış. Ali Fethi Bey, burada konuşma yaparak, olayın “irticai bir isyan” olduğunu belirtmiş, isyancıların halifenin dönmesini, şeriatın toplum hayatına hakim olmasını, cumhuriyet hükümetinin kalkmasını istediklerini söylemiş, bir ihtilal hareketiyle karşı karşıya bulunduklarını açıklamış. İsmet Paşa söz alarak, söz konusu olayın bugünlerde olmasa bile muhakkak ileride meydana gelebileceğini, düşmanların boş durmadığını, öteden beri dini alet edinerek siyaset yaptıklarını ve yapacaklarını ifade etmiş. Adalet bakanı Mahmut Esat Bey söz alıp, Hıyaneti Vataniye Kanununa eklenmek üzere bir teklif hazırladığını söylemiş, Aydın vekili Dr. Reşit Galip söz alarak, dini nitelik taşıyan ihtilalcilerin en sert tedbirlerle yok edilmesi gerektiğine değinmiş.
25 Şubat günü Meclis genel kurulu toplanmış. Başbakan Ali Fethi Bey, burada uzun bir konuşma yapmış, isyancıların Adülmecid’in (pardon, İkinci Abdülhamid’in) oğullarından birinin (Şehzade Mehmet Selim Efendi’nin) saltanatını sağlamak için çalıştıklarını belirtmiş. Ondan sonra Kazım Karabekir konuşmuş, isyancıların dini alet ederek halkı tahrik ettiklerini, bu nedenle hükümetin örfi idare ilan etmesini doğal karşıladıklarını söylemiş. Böylece Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası vekilleri de hükümete onay vermişler. Mahmut Esat Bey’in Hıyaneti Vataniye Kanunu da Meclis’ten geçmiş.
28 Şubat’ta Ergani vekili İhsan Hamit Bey, Dahiliye vekili Cemil Bey’den 26 Şubat’ta Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan haberi sormuş. Cemil Bey onun bu sorusunu, İstanbul basınında çıkan, Ergani, Malatya, Diyarbakır’ın asilerin eline geçtiği ve valilerin esir olarak tutulduğu yönündeki haberlerin tekzip edildiğini belirterek cevaplamış.[51] Ancak söz konusu haberler doğru muydu? Bunu bilmiyoruz. Ancak Ergani’nin asilerin eline geçmesi doğru olabilir.
Peki, isyanın önlenmesi ve bastırılması için Mustafa Kemal başkanlığında Çankaya’da iki gün süren toplantılarda alınan kararlar Meclis’ten TCF’nin de desteğiyle geçtikten sonra, hükümet bir anda 3 Mart 1925’te neden düştü, neden 4 Şubat günü İsmet Paşa Kabinesi kuruldu? Ali Fethi Bey bu hususta, “Muhterem efendiler, memleket ümit edilmedik bir zamanda buhranlar içinde kaldı. Bu buhranı tevlit edecek ortada ne vardı? Bunu anlayamıyorum. Daha birkaç gün evvel meclis-i âliniz isyanı imha için istediği salahiyeti vermek suretiyle itimadını zuhur etmiştir. Niçin bu tedbirin kafi gelmemiş olduğunu da anlayamıyorum. Kabinelerin ikide bir anlaşılamayan sebeplerle gelip gitmesi ne ile telif edilir? Asilerin tenkil edilmesinde hepimiz hassas ve müttefikiz. Ancak haris hareketi tehdit edecek tedbirlere yer verilmemesini rica ederim. Malumu âliniz olduğu üzere hükümetlerin hükümet vücudu milletin hukukuna riayet etmek ve ettirmektir. Üç gün evvelki itimat ile bugünkü tebdilin ispatı huzuru mecliste beyan edilmedikçe İsmet Paşa hükümetine beyan-ı itimat edemeyeceğiz” [52] demekle yetinmiştir. Yoksa onu başbakanlıktan istifa etmeye zorlayan şey, programında bulunan ve güya isyancılara güç veren “dini itikatlara hürmetkardır” maddesinden dolayı TCF’nin kapatılmasının istenmesi, durumun iletilmesinden sonra TCF yönetim kurulu tarafından verilen cevapta ise, böyle bir şeyin mümkün olamayacağı[53] mıydı? Mart ayı içinde Kazım Karabekir’in, 5 aydan beri Şeyh Said Ayaklanmasını izleyen hükümet ve başbakanın olaya karşı hiçbir tedbir almadığı, hatta doğru dürüst kimseye haber bile vermediği gibi, olaydan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı mesul tutmaktadır[54] demesi çok manidardır.
Ali Fethi Bey’in istifa nedeniyse gayet basitti. Olaya karşı alınacak olan şiddetli ve sert tedbirlerin Cumhuriyet Halk Fırkası toplantısında büyük bir çoğunlukla kabul edilmesiydi. O bunu hükümete güvensizlik olarak nitelemiştir.[55]

Ayaklanmanın Bastırılması

a)      Ayaklanmanın Kritiği:
Mustafa Kemal 1924 yılında, 29 Ağustos ile 18 Ekim arasında yanında eşi Latife Hanımefendi’yle birlikte 51 gün süren yurt gezisine çıkmış, ilkin Afyon’a gitmiş, burada Dumlupınar’da bir konuşma yapmış, 11 Eylül’de Bursa’da bir konuşma yapmış, Cumhuriyet rejimini teşekkül ettirdiklerini, bu arada bazı kararlar aldıklarını ve yaptıklarını, ancak asıl inkılapların yapılmasına henüz sıra gelmese bile inkılapların muhakkak yapılacağını söylemiş, “İnkılabımız Türkiye’nin asırlar içinde saadetini kefildir. Bize düşen onu idrak ve takdir ederek çalışmaktır” demiş, 16 Eylül’de Trabzon’da bir konuşma yapmış, “medeniyet, gelişme ve yenileşme”den bahsetmiş, 17 Eylül’de Rize’ye varmış, burada Vali beyden yolların düzgünlüğü hususunda konuşmuş, onun büyük bir gururla köylüleri toplayıp yolları yaptırdığını söylemesi üzerine, “kanunsuz hiçbir vatandaşı işgal edemez ve onu çalışmaya zorlayamazsınız. Cumhuriyette angarya denen bir şey yoktur” demiş, 19 Eylül 1924’te Giresun’da bir konuşma yapmış, 20 Eylül’de Samsun’a varmış, 22 Eylül’de şehirde öğretmenlere bir konuşma yapmış, 24 Eylül’de Amasya’da, 13 Ekim’de Kayseri’de halka birer konuşma yapmış ve gezisini bitirmişti.[56]
Mustafa Kemal’in, gezilerine Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu’yu dahil etmediğini, gezilerini Ege, Marmara, Karadeniz ve İçanadolu bölgeleriyle münhasır kıldığını görmekteyiz. Bu sırada, o Amasya’da bulunurken, 6 Ekim 1924’te ve 7 Ekim’de basında yeni bir fırkanın kurulma çalışmalarının yapıldığı hususu ile bilgiler yer almış.
Mustafa Kemal’in gezilerini bitirip Ankara’ya döndüğü gün, 18 Ekim’de onu karşılayanlar arasında Hüseyin Rauf ve Adnan Bey’lerin olmaması zihinlerde bir şeyler döndüğü izlenimini uyandırmış. 26 Ekim’de Kazım Karabekir’in 1. Ordu müfettişliğinden çekilmesi, 30 Ekim’de de Konya’da ordu müfettişi bulunan Ali Fuat Paşa’nın görevinden ayrılıp mebusluğunu devam ettirmek için Ankara’ya gelmesi yeni fırkanın kurulma aşamasında bulunduğunu kanıtlamış.[57] İşte Kazım Karabekir’in 1925 yılı Mart ayı başlarında, bundan önceki yazımızda belirttiğimiz gibi, “5 aydan beri Şeyh Said Ayaklanmasını izleyen hükümet ve bu hükümetin başbakanı hiçbir tedbir almadığı, hatta kimseye bile haber vermediği gibi, olaydan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı mesul tutmakta” olduğunu söylemesi konuyla alakadar. Yani TCF’nin daha kuruluş, hatta tasavvur aşamasında bile kendilerine karşı bir cephenin teşkil edilmesi ve tedbirler alınması söz konusu. Daha doğrusu Kazım Karabekir, yukarıdaki sözleriyle İsmet Paşa’nın ayrılıp, onun yerine başbakan olarak Ali Fethi Bey gelse de, hükümeti Cumhuriyet Halk Fırkası’nın kurduğu bir hükümet olarak nitelemekte, nasıl olsa İsmet Paşa yeniden başbakanlığa döneceğine göre, bu da kendini son günlerde belli etmiştir, değişen bir şey olmadığını söylemektedir. Ona göre, hükümet değişikliği bir hileydi. Önemli olan kurulan TCF’nin kapatılmasıdır. Bunun için Şeyh Said Ayaklanması tezgahlanmış, başka bir partiye tahammülsüz tek parti gücünü kabul ettirmek, hatta paşalara gözdağı vermek için, o arada CHF’liler tarafından TCF yanlısı Deli Halit Paşa TBMM’de katledilmiş, ne soruşturma yapılmış, ne yargılama meydana gelmiş, olay Paşa’yı öldürenlerin yanına kar kalmıştır.
İsmet Paşa’nın, Şeyh Said Ayaklanması’nı kast ederek 24 Şubat 1925 Meclis konuşmasında, “söz konusu olayın bugünlerde olmasa bile muhakkak ileride meydana gelebileceğini, düşmanların boş durmadığını, öteden beri dini alet edinerek siyaset yaptıklarını ve yapacaklarını ifade etmiş” olması her şeyin önceden kurgulandığının işareti gibi. Ayrıca Genç Valisi’nin, Çobakçor kaymakamının ve Çobakçor Hakimi Ali Rıza’nın isyancılara mukavemet göstermeyerek onlarla işbirliğine girmesi, Elazığ ve Harput şehirlerinin isyancılara kolaylıkla teslim olması, akabinde bu iki şehrin, halkın gayretiyle isyancılardan temizlenmesi işin içinde bir şeylerin bulunduğunu gösteriyor. Demek ki isyan için gerekli tertibat önceden alınmış. Dahası Ali Fethi Bey hükümetindeki Recep Peker dahil 7 önemli bakanın (bilhassa Cemil Bey’in yeni kurulan hükümette yine Dahiliye vekili olarak) Üçüncü İsmet Paşa hükümetinde yer alması, hatta Mahmut Esat ve Ali Cenani beylerin bile aynı konumunu muhafaza etmesi de yabana atılacak gibi değil.

b)     Hükümet Yanlıları ve Suriye:

Şeyh Said Ayaklanması’na bölgede bulunan Celali, Zeylan, Savur, Balli, Dekoriki, Hakon, Ömerkan, Habige, Volan ve Hormek aşiretleri katılmamış, bunlar hükümet kuvvetleri yanında yer almıştı. O devirde Kürtlerin en yaşlı adamlarından biri olan Zaro Ağa, “Ben ne Şeyh Sait denilen melunu tanırım ne de onun adamlarını. Allah onların belasını versin. Ben bu heriflerin isimlerini bile bu vakte kadar duymadım. Bunlar gavurdurlar, lanet olsun onlara. Allah devletimize, milletimize ve Gazi Paşaya zeval vermesin. Dersim’de TBMM 1. Dönem vekillerinden Diyap Ağa, “Birden bire Şeyh Sait’in isyan ettiğini duyduk, Elazığ’a gelerek hükümeti basmış. Vallahi şaşırdık. Gökten mi indi, yerden mi çıktı bu hain dedik. Bir kısmımız tepelerde bekledik, Dersim’e sokmadık. Herkes ne bulsa bulur, bizde keçi, koyun hırsızı çoktur ama hain yoktur. Bu herif azmıştı, devlete asi oldu. Biz Cumhuriyete sadık insanlarız. 1326 senesinde de İngilizler ile Rus konsoloshaneleri bizi isyana teşvik etmişti. Bize çok para vermek istiyorlardı. Biz onları bastık ve paralarını almadık. Hükümetimize sadık kaldık.” Sabık Mustafa Ağa ise, “Hükümetimize candan bağlıyız. Eğer Şeyh Sait veya Şeyh Şerif buraya gelseydi vallahi silah atardık. Bütün ağalar Elazığ’a indik, kumandan paşayı gördük. Ona sadakatimizi söyledik” demektedirler. Varto, Nusaybin ve Pülümür gibi yerlerin aşiret ve ahalisinden de Şeyh Said Ayaklanması’nı kınayan ve hükümete destek veren, hatta ayaklanmaya karşı ferdi olarak hazırlandıklarını belirten ifadeler Ankara’ya gelmeye devam etmektedir.[58] Bunların kimi Alevi Zaza, kimi de Kürt aşiretleridir. Daha doğrusu Şeyh Said Ayaklanması Sünni Zazaların bir ayaklanmasıdır. Bir anda isyan aleyhtarı ve hükümet yanlısı kesilenler içinde Köroğlu Şaban Ağa, Şeyh Sait ve beraberindekiler Allahımıza isyan etti[59] demektedir.
25 Şubat 1925’te Vatan gazetesinde, Başbakan Ali Fethi Bey’in Meclis kürsüsünden yapmış olduğu bir açıklaması vardır. Bu açıklamaya göre, “Şeyh Sait Hınıs’tan Genç’e geldiği zaman hükümet orada şeyhin mahiyetinde iki kişiyi tevkif etmek istemiş, fakat şeyh buna muvafakat etmemekle beraber mukavemet etmiş ve müsademe vukua gelmiş, bu müsademede jandarmalarımız yaralanmışlar ve müfreze zabiti de esir edilmiştir. Hareket bu suretle başlayarak tevsi edilmiştir. İsyan mıntıkaları Elazığ, Genç, Diyarbakır ve Ergani vilayetleridir.”
Ayaklanmayı bastırmak için bölgeye tren yoluyla sevk edilen askeri birliklerimize tren yolu Suriye içinden geçip ülkemize yeniden girdiği için, Fransızlar buna müsaade etmemişlerdir.[60] Dikkat edelim, İngilizler değil Fransızlar. Çünkü Suriye kısmı halen Fransızların işgali altındadır. Buna rağmen bu hususta bilgi verenler İngilizler demekte israr ederler. Sanki Türk kuvvetleri batıdan değil de doğudan geliyor, tren yolu Suriye’den değil de Irak’tan geri topraklarımıza giriyor. Bu mantıksızlığa kimse dikkat etmemiş. Halen bile İngilizler’den söz ederler. Ellerinde tek kanıt Hakkari’deki Nasturi ayaklanması. Oysa Şeyh Said ve Ayaklananlar Hıristiyan değil, Müslüman. Ayrıca bunların ana dilleri de Ermenice ve Kürtçe değil, Zazaca ve Türkçe.

c)      Muş Cephesi ve Diyarbakır:

Şeyh Abdullah, Muş cephesinde vilayetle olan irtibatı kesmiş, Varto’yu almış ve Erzurum’a doğru yürümeye başlamış, Ergani ilçesi ise, daha ilk başlarda, Piran’da meydana gelen olaydan sonra ele geçirilmişti.[61] Şeyh Said için yapılacak tek şey Diyarbakır’ı işgal edip, burada hükümeti ilan etmekti. O mahiyetinde bulunan adamlarının büyük bir kısmını Diyarbakır’a sevk etmiş, kendisi ise Ergani’yle Eğil arasında bulunan şeyh ve ağaları tesir altına alıp, onları da ayaklanmaya katmak için davet etmeye gitmişti.
Şeyh Said, 7 Mart 1925’te Diyarbakır’a taarruzu emrediyor. Şehrin dört kapısından birden yükleniyorlar. Asıl taarruz şehrin kuzey kısmından yapılmış, o sırada güneyden de taarruz başlamıştı. Askeri birlikler asileri kuzey kısmında surlar dışında, güney kısmında ise surlarda tertibat alarak karşıladı. Şehrin güney kısmı pek fazla dayanamayıp çöktü. Şehrin içinden de asilere yardım ediyorlardı. Askeri birlikleri iki ateş arasında kalmıştı. Ordu kumandanı Mürsel Paşa, şehrin kuzey kısmından Süvari kuvvetlerini şehrin güney kısmına sevk etti. Çarpışma meydana geldi. Asiler kaçışmaya başladı. Güney cephesi kurtarılmıştı. Kuzey cephesinde saldıran asiler tırpanla biçilir gibiydi. Asiler burada, Güney kapısından sonra, 8 Mart sabahı ikinci bozgunluklarını yaşadı. Kaçışmaya başladılar. Askeri birlikleri surlar içinde kaldı, kimseyi takip etmedi. Ancak gazetelerde, o günlerde yayınlanan bir muhabir mektubu var. Şimdi onu okuyalım:
3. Ordu müfettişi Kazım Paşa ve Kolordu kumandanı Mürsel Paşa her türlü tertibatı almış bulunuyorlardı.  Askerler hazırdılar. Sokaklarda heyecan vardı. Bir şayia baş gösterdi: “Şeyh geliyor.” Şehir birden karıştı. Paşalar komutanlara emir verdi. Sokağa çıkma yasağı uyguladılar. Akşam yaklaşıyordu. Sokaklarda kimse yoktu. Saat 19.00’da ilk ateş başladı. Toplar gürlüyordu. Mürsel Paşa askerlere komuta ediyordu. Subayların koşuştuklarını gördük. Karanlık gökyüzü parlayıp duruyordu, kıpkırmızı kesilmişti. Toplar susmuyordu. Piyadeler siperlerde zor zapt ediliyordu. Sesler birden çoğalmaya, uğuldamaya başladı “Sallallah” diyerek Şeyhin adamları saldırıya geçmiştiler. İlk hücum dalgası kırıldı. Gece yarısına doğruydu. İkinci hücum dalgası da püskürtüldü. Gece yarısından sonra Mürsel Paşa zor durumda kalan Mardin kapısına ihtiyatlarını sevk ediyordu ki, bu kapının düştüğü haberi geldi. Durum tehlikeli olmaya başlamıştı. Korkmadık desem yalan söylerim. Yoğun çatışmalar olmuş. Sabah olurken asiler Mardin kapısından atılmışlar. Güneş doğdu. Sokağa çıktık. Yerlerde yüzlerce ceset vardı.[62]
İsyancılar beş gün boyunca üç koldan Diyarbakır kalesini tehdit etmişler.  O sırada Şeyh Said Çoksor köyüne gelerek hazırlıkları takip etmiş. İsyancılar Kazı köyünden sarkarak şehrin güney kapısına dayanmış, surları lağım kazarak, patlatarak içeri girmişler. Hatta şehir içinde bulunan Zaza mahallesi de ayaklanmaya dahil edilmek istenmiş. Oraya kadar varmışlar. Buradan şehri işgal edeceklermiş. O sırada Askeri kuvvetler yetişmiş. Üç saat kadar kıran kırana bir çatışma meydana gelmiş. Geri çekilmişler. 50 kadar tutsak, 100 kadar maktul zayiatları varmış. Köprü istikametinde Süvarilerle çatışmaya girilmiş. Bu çatışmada sur içindekinden daha çok zayiat vermişler.[63] Bu haber 10 Mart günü Vatan gazetesinde yayınlanmış. Diyarbakır kuşatmasının başarısız olması isyancıların moralini bozmuştu. Çünkü bunun için günlerce hazırlık yapmıştılar.[64] Ancak Şeyh Said ayaklanmadan vazgeçmiş değildi. Hatta o Diyarbakır’I alması hususunda ümidini bile kaybetmemişti. Bu nedenle 10 Mart ile 23 Mart arasında sürekli şehrin etrafında kuvvetleriyle dolaştı durdu. Bu sırada Şeyh Şerif Elazığ, Şeyh Abdullah Muş cephelerinde isyancıların başındaydılar. Hatta kuvvetlerini toplayan Şeyh Said, 11 Mart’ta ikinci defa Diyarbakır taarruzu yapmak istiyor. Komutanlarını ve şeyhleri toplamış. Taarruzdan vazgeçiliyor. Çünkü 10 Mart’ta ordu birlikleri şehre gelmiş ve savunmayı güçlendirmişler. Bundan da haberleri var. Şeyh Said, şimdilik size izin, gidebilirsiniz, ama vazgeçmedim diyor.[65]

d)     İsyancılar Durmuyor:

Ordu birlikleri hazırlıklarını tamamlamış bir haldedirler. İsyan bölgesini dört bir taraftan kuşatma altına almak için harekete geçmişler. Bu sırada köylere keşif kolları çıkarılıyor. Ancak bazı köylerde misillemeye maruz kalıyorlar.[66]  Şeyh Said, ordugahını Samahir’den Hani’ye kaydırmış, Palu-Çermik arasını tutmuştu. Karargahı hareketliydi. Burada ordu birliklerine karşı cephe teşkil ediliyordu.[67]
Şeyh Said, ordunun yakında harekete geçeceğini öğrenmiş. Bu nedenle ilk olarak Palu-Çermik hattını yeniden tesis etmeye başlamıştı. O sırada Elazığ’dan gelen hükümet yanlısı aşiretler 13 Mart 1925’te Palu’nun Haryep karyesinde mevzilenmişler. Burada çatışmalar meydana geliyor. Palu Elazığ’dan gelen aşiretlerin eline geçiyor. Çermik’te de hükümet kuvvetleri vaziyete hakim olmuş.[68]  Ancak 14 Mart’ta Şeyh Said tarafından buraya sevk edilen kuvvetler halkın da yardımıyla Çermik’e yeniden hakim oluyor. O gün Varto’da hükümet kuvvetleriyle meydana gelen çatışmada Şeyh Said’in oğullarından birinin can verdiği öğreniliyor. Herkes üzgün. 2 gün boyunca isyan bölgesinde sessizlik hakim. 16 Mart’ta Ergani’de dağılma meydana geliyor. İsyancılar arasında yiyecek sıkıntısı baş göstermiş.[69]
İsyancılar tarafından önceden işgal edilen Siverek, hükümet kuvvetlerinin buraya gelmesiyle halkın bir kısmı isyancılara destek vermeyi bırakıyor. Çobakçor’da da çözülme başlamış. İsyancılardan köylerine geri dönenler var. 2 milis taburu teşkil edilip Kığı’nın Kemre nahiyesine hükümet kuvvetleri tarafından gönderilmiş. Bunlar isyancılara çatışmaya başlamışlar.
Muş ve Bitlis civarındaki aşiretlerden hükümet kuvvetlerine destek çağrısı geliyormuş. Şeyh Eşref, 14 Mart’ta kuvvetlerini toparlayıp yeniden Elazığ üzerine yürümeye başlamış. Peri Suyu mevkiinde milis kuvvetlerle giriştiği çarpışmada büyük zayiat veriyor. Milis kuvvetler halk tarafından kurulmuş. Bu olaydan bir iki gün sonra Diyarbakır’ın güneyinden isyancıların geldikleri görülüyor. Askeri birlikler o tarafa sevk ediliyor. İsyancılar bu durum karşısında çekiliyorlar. O sırada Diyarbakır civarında ilerleyen bir askeri hastane ve sağlık ekibini koruyan kuvvetler isyancıların taarruzunu maruz kalır. Ama yetişen kuvvetlerin gelmesiyle isyancılar çevreye dağılır. Ordu birlikleri Diyarbakır’dan dört bir yana sevk edilmeye başlanmış. Bunu gören isyancılar Dicle’nin güneyine doğru çekilmeye başlarlar. Ancak onların çekilmesi planlıdır. Çünkü yapacak başka bir şeyleri kalmamış, son çare olarak buna başvurmuşlardır. Ufak gruplara ayrılmış haldeler. Çevredeki köylere ve aşiretlere takviye sağlamak için adam bile göndermişler. Yolda telgraf direklerini devirip tellerini kesiyorlar. Rastladıkları askeri kuvvetlerle çatışıyorlar. Yani Çete savaşı taktiğine başvurmuşlar. Bu da gösteriyor ki, isyancıların başında işin yöntemini bilen aklı başında adamlar var. Gayet iyi bir biçimde idare ediliyorlar.[70]
20 Mart’ta Koçuşağı Aşireti’nin Çemişkezek’e taarruzu pek verimli olmamış. Çekiliyorlar. 21 Mart’ta isyancılar Diyarbakır’ın kuzeyinde toplanmaya başlıyor. Askeri keşiften bu anlaşılmış.[71] İsyancılar ordu birliklerinin taarruz istikametinde gelen kuvvetleri engellemek, onları mümkün olduğu kadar oyalamak için yerleşme tertibatı almaktalar. Muş istikametinde ilerleyen kalabalık bir grup iki kola ayrılır. Bulanık ve Malazgirt isyancıların eline geçer. Bu arada onlar çevredeki şeyhleri kendi taraflarına çekmek için çalışmayı ihmal etmezler.[72] Zaten yeniden toparlanmalarından öyle anlaşılıyor.
Erzurum’dan gelen askerler Hınıs’ta toplanarak Varto’yu aldıktan sonra Genç ve Çobakçor istikametinde yürüyor.[73] Askeri birliklerimiz 26 Mart’ta Varto, Elazığ ve Diyarbakır istikametlerinden harekete geçmişler.[74] Üç koldan ilerlemeye başlanmış. İsyan bölgesi çember içine alınıyor.
Diyarbakır’dan gelen kuvvetler Kazı köyünü almış, Lice, Hani ve Piran havalisini kuşatmaya başlamış. Bu sırada bazı aşiretler hükümet kuvvetleri tarafına geçmiş. Top atışlarının seri halde başlamasıyla isyancılar dağılmış. Ancak yakalandıklarında başlarına gelecekleri bildiklerinden yoğun bir şekilde karşı koymaya başlamışlar. Bir kısım isyancı Muş istikametinde firara koyulmuş. Bu sırada Halit adlı birinin kumandasında toparlanan 300 süvari ve 400 kadar Piyadeden müteşekkil bir isyancı grup Varto’ya saldırır, ama püskürtülür.[75] Söz konusu kişi şeyhin Ocak ayı başlarında, Kırıkan köyünde toplantı yaptığı güvenilir komutanlarından Hasenanlı Miralay Halit olabilir. Bu olayların hepsi Ali Fuat Cebesoy’un hatıralarında, orada olmayan kısımlar da 14 Mart’la 30 Mart arasında yayınlanan Vatan ve Vakit gazetelerinde parça parça yer almaktadır. 

Şeyh Said’in Yakalanması

a)    Ayaklanmanın Değerlendirmesi:

Olayların cereyan şekline baktığımızda, bilhassa Diyarbakır kuşatması ve sonrasında yaşanan durumlar Şeyh Said Ayaklanması’ndan 878 yıl önce yaşanmış tarihi bir olayı bize hatırlattığı gibi, o günleri gözler önüne getiriyor. Bu ise, 1041 yılında İsulu Bey de denen Anasıoğlu, Oğuzoğlu Mansur, Buka, Göktaş, Bögi ve Kutalmış Beyler komutasında Güney Azerbaycan’dan Anadolu’ya Hakkari üzerinden giren Oğuzların, 1042-1044 yıllarında Araplardan Diyarbakır emiri Mervani Nasr ve Musul emiri Ukeyli Karvaş’la yapmış oldukları mücadeledir. Olayların cereyan tarzı hemen hemen aynı. Yer bakımından aynı. Diyarbakır’ı kuşatmadan sonra çekilme bakımından aynı. Hatta adam sayısı bakımından da aynı. Dahası adam sayısının abartılarak 20-30 bin’e çıkarılması bakımından bile aynı. Şeyh Said ayaklanmasına resmi ve verilen ifade rakamlarına göre, beş bin kişi katılmış. Ama bu sayıyı 20-30 bine kadar çıkarırlar. Oğuzlar 1041 yılında Güneydoğu Anadolu’ya geçmek için Güney Azerbaycan’dan Hakkari’ye doğru ilerlerken bizzat Urmiye hakimi Rebibüddevle onları köprüden geçerlerken birer birer saymış, beş bin kişiler. İbni Şibli şiirinde, “Otuz bin kişilerdi, beş bine düştüler” diyor. Öyle ki, zorda kaldıklarında başvurulan taktik bakımından da aynı. Bu kadar benzerlik olmaz.
Şeyh Said olayında tutsak alınan Cibranlı Halit, Oğuzlar olayında ise el-Cezire’de hileyle hapsedilmiş Oğuzoğlu Mansur var. Oğuzlar her tarafı yakıp yıkıyor.  O zaman Anadolu’da yalnız Fenek kalesinde Beşneviye Kürtleri var. Bunlar Mervaniler tarafından Urmiye gölü civarından getirilip müttefik olarak yerleştirilmiş. Oğuzlar Diyarbakır, Silvan, Nusaybin, hatta el-Cezire’yi kuşatıyor. Mervaniler ve Ukeyliler Beşneviye Kürtleriyle birleşip üç koldan Oğuzlar üzerine saldırıyorlar. Aralarında çarpışma meydana geliyor. Hatta Oğuzlar bir ara mağlup olacakları zaman gruplara ayrılıp Çete taktiğine başvuruyorlar. Sonra birleşip yeniden Diyarbakır’a saldırıyorlar. Şehre girip yakıp yıkıyorlar. Bunun üzerine el-Cezire hakimi Mervani Süleyman, babası Mervani Nasr’ın isteği üzerine Oğuzoğlu Mansur’u serbest bırakıyor. Öyle ki Oğuzlar Musul’a bile giriyorlar. Bu sırada Tuğrul Bey’in mektubu geliyor. Merv’e Bağdat’tan elçi olarak gelen Hasan el Maverdi’yle gönderilmiş. Ayrıca İbrahim Yinal da askeri bir kuvvetle geliyor. Selçuklulardan tamamen bağımsız olarak hareket eden Oğuzlar kuzeye doğru, Dersim, Elazığ ve Muş taraflarına çekilmişler. Çekilirken her tarafı yakıp yıkmışlar.[76] Bu bilgiler İbnü’l Esir’in ve Azimi’nin tarihlerinde ve Urfalı Mateos’un Vakayinamesi’nde var. Anlaşılan Şeyh Said, bu eserleri okumuş ve hafızasına yerleştirmiş, hatta emrindeki şeyhlere ve komutanlara da okutmuş. Arada o kadar çok benzerlik var ki… Yani bildiğimiz Şeyh Said bildiğimiz şeyhlerden biri değil. Murat Deniz tarafından hazırlanan Yüksek lisans tezinde olay incelenirken, “isyancıların başında işin yöntemini bilen aklı başında adamlar var. Gayet iyi bir biçimde idare ediliyorlar” denmesinin sırrı bu. Oysa söz konusu eserlerden Cumhuriyet tarihçilerinin 1962’den itibaren yapılan çevirilerle ancak haberi olacaktır.      
Harp Okulları’nda bile İbnül Esir, Azimi ve Mateos bırak okutulmayı, sınıflara sokulmazken Şeyh Said bu eserleri, Ebu’l Faraç Tarihi’ni bile adamlarına okutmuş ve ayaklanmanın planını ve stratejisini ona göre çizmiş. Diyarbakır kuşatmasında başarılı olamamaları halinde ne yapacağını bile düşünmüş. İngilizlerin işgalindeki Musul tarafından da uzak durmuş. Anlayacağımız Şeyh Said boş biri değil. Bunun hesabını çok önceden yaptığı belli. Çoğu mutasavvıfın bilmesine rağmen sırrına bir türlü eremediği İlme’l-Yakin, Ayne’l-Yakin ve Hakka’l Yakin denen üç tılsımın ne olduğunu çok iyi bir biçimde kavramış. Şeyh Said, 878 yıl önceki olayı aynı yerlerde Atlı muharipler yok olmadan bir kez daha yaşatmış ve gözler önüne sermiş. O öğrendiğini aynı bölgede uygulamış, uyguladığı gibi tevhid[77] mertebesine bile ermiş. Bu da gösteriyor ki, bölgedeki toplumun ya da başkaldıranların şuur altında Oğuzlar olarak adlandırılan atalarının genlerinden gelen yansımalar var. Zaten ayaklanmaya bir Kürt ayaklanması diyemeyiz. Olayı hafife almak, basit bir isyanmış gibi nitelemek konu ile ilgilenenleri pek çok yanlışa sevk edebilir.  
Ayaklanmanın (Mondros Mütarekesi, Paris Konferansı ve Sevr Antlaşması’nda Kürdistan olarak nitelendirilen, ama o nitelendirilmenin ne eyalet olarak[78] ne de Meclis zabıtlarında,[79] Osmanlıda ve Türkiye Cumhuriyeti’nde bir an bile söz konusu olmadığı) 6 vilayette çıktığı doğru. Zaten olay üzerinde araştırma yapanları yanıltan tek nokta da bu. Ancak olay Kürtçülük fikri ve Kürdistan emelinden çok uzak. Eğer öyle olsaydı Kürtler isyana destek verirlerdi. Destek veren Kürt sayısı yok denecek kadar az. Bunlar da Kürtleştirilmiş ama, aslını unutmamış Türkmenler. Alevi Zazaların destek vermemesi de normal. Şeyh Said Alevi Zazaları ikna etmek için çok çalışmış. Onlarla sıkı irtibat kurmuş, hatta liderleriyle bir bir görüşmüş. Buna rağmen katılmamışlar. Alevi Zazalar Şeyh Said’i diğer Sünni şeyhlerden biri olarak görmüşler. Ancak Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken’e göre:
Tasavvuf, yapı olarak bir noktadan sonra, Alevilik ve İmamiliğe yakınlaşmaya başlar. Mutasavvıfa olan itimadın sırrı onun tekkelerin ve dergahların başı olarak insan-ı kamil kabul edilmesi, hatta Gavs-ı Azam olarak nitelendirilmesindendir. Çünkü o şeyhlerin şeyhidir. Bütün şeyhler ona bağlıdır. İşte mutasavvıftaki fikri gelişme, zihinsel olgunlaşma ve hayat tecrübesi bakımından tasavvuf sisteminin, devlet tarafından ne kadar kontrol altında bulundurulursa bulundurulsun, zamanla isyanlara ve ihtilallere yol açması bundan ileri gelir. Selçuklular’da Baba Resul isyanı, Osmanlılar’da Şeyh Bedrettin hareketi, hatta Şah Kalender Sultan gailesi boşu boşuna durduk yerde çıkmamıştır.[80] Yani bütün mesele ilah-i takdir.

b)    Şeyh Said Teslim Alınıyor:

26 Mart 1925’te Diyarbakır’dan başlayan askeri harekatta önce Kazı köyü kuşatılmış, buradaki 300 ayaklanmacıyla çarpışma yaşanmış, köy teslim alınmıştı.[81] Asilerin bundan sonra 27 Mart 1925’te Diyarbakır kuşatmasını kaldırıp kuzeye doğru çekildikleri, Ordu birliklerinin onların yan taraflarını tutarak, kitle halinde hepsini Çobakçor-Genç-Lice bölgesine sürdüğünden[82] bahsedilir. Asiler meydana gelen çarpışmalarda, 3 Nisan’la 8 Nisan arasında çok kayıp vermişler.[83] 28 Mart 1925’ten itibaren Lice-Hani istikametinde ilerleyen isyancılara karşı tayyareler kullanılmış, bombalama yapılmış, direnenler makineli tüfek atışıyla dağıtılmıştı.[84]  Bombalama yapılırken siper alan asiler ellerindeki tüfeklerle bu tayyarelere ateş ediyorlar, düşürmeye çalışıyorlarmış.[85] Bunu mahkeme başkanı Süreyya Bey söylüyor.
      5 Nisan günkü Hakimiyeti Milliye gazetesi, Hani’den sonra Lice’nin ordu birliklerinin eline geçtiğini, buradan Silvan üzerine yüründüğünü belirtmiş.[86] Aynı gazete 6 Nisan’da Çobakçor’un düştüğünü haber vermiş.[87] Çatışmada tayyareler de kullanılmış. Nisan ayı olmasına rağmen hala kara kış vardı. 41. Tümen Genç üzerine yürümüş.[88] 8 Nisan günü Şeyh Said’in etrafındaki çember daralmaya başlıyor. Burada onun komutasındaki bir grupla 4 saat süren bir çatışma yaşanmış. Çok kayıp vermişler. Gece vakti kuzeye doğru çekiliyorlar.[89] Çatışmanın beş gün sürdüğü[90] de söyleniyor. Artık isyanın son günlerindeydik. Şeyh Said ve adamları Çobakçor-Genç taraflarında sıkıştırılmıştılar. Bu sırada Varto’dan adamlarıyla gelen Şeyh Abdullah, Arşık dağlarında Şeyh Said’le buluşur, kafa kafaya vererek bir plan yapmaya başlarlar. Ancak bazı şeyhler durumdan oldukça rahatsızdılar. Gidecek bir yer kalmadığını düşünüyorlardı. Hatta içlerinde teslim olalım, başka çare yok diyenler bile vardı.[91] Genç’te kurtulan esirlerin verdiği bilgiye göre, Şeyh Said ve mahiyeti Murat suyunu geçmişler.[92] 400 kadar atlıydılar. Bunlar 14 Nisan’da Ordu birliklerinin çemberini yarıp ırmak kenarına gelmişlerdi. Murat suyu[93] yakınında sıkıştırılırlar. Çatışma başlar. Şeyh Abdullah dahil bazı şeyhler teslim olur. Ancak Şeyh Said teslim olmaz. Şerafettin Dağlarına doğru çekilir. Peşine bir müfreze düşer. Şeyh Said bu müfrezeyle çarpışır ve teslim alınır.[94] Onun teslim olmasını akrabası, Güllü’nün kocası Binbaşı Kasım’ın sağladığı[95] söylenir. Ancak Şeyhi ve kalabalık grubu Abdurrahman Paşa Köprüsü tarafına art niyetli olarak çeken bacanağı olan bu kişidir.[96] Yoksa yakalanmaları kolay bir iş değilmiş. Dağlara doğru çekilen Şeyh teslim olmayacakmış. Hatta onu varacağı yerde Hasenanlı Halit adamlarıyla birlikte beklemekteymiş.[97]        

c)     Şeyhi Yakalatan Cibranlı Kasım:

Şeyhin teslim olması hakkında o kadar çok şey söylenir ki, bunların biri bile birbirini tutmaz. Mele Şafii, Mele Yadin ve Mele Selim tarafından anlatılanlar çok karmaşık. Sanki Arap saçı. Bu bilgileri süzgeçten geçirdiğimizde karşımıza çıkan ise şu:
Kasım, Muş cephesinden gelen Abdullah’la Varto’da buluşmuş. Emrindeyim diyerek onun itimadını kazanmış. Sonra Melekan köyüne gelmişler. Şeyh Said, Genç civarında adamlarını toplamış, “Doğuya çekiliyoruz. İsteyen bizimle gelir, gelmek istemeyen de köyüne döner” demiş. Genç bölgesini terk edip Melekan köyüne, Şeyh Abdullah’ın yanına gelmişler. Şeyh Said’in planı kestirmeden Muş ovasından geçip dağlara çıkmakmış. Eğer o şekil yapsaymış kurtulacakmış. Kasım, Ordu birlikleri komutanı Osman Paşa’ya bir adamı vasıtası durumu bildirmiş. Ovayı askerler, hükümet yanlısı aşiretler tutmuş. Şeyh ve adamları Murat suyunu geçiyorlar ama, geri dönüyorlar. Bu sefer Varto tarafına ilerlemişler. Askeri birlikler peşlerinde. Abdurrahman Paşa Köprüsü tarafına yönelmişler. Yolda Kasım, Şeyh Abdullah’ı ve bazı şeyhleri nasıl yapmışsa kandırmış. Onlar Şeyh Said’le gitmemiş. Ayrılmışlar. Şeyhin yanında silahlı 100 atlı kalmış. Abdurrahman Paşa Köprüsü’ne geldiklerinde askerler çevrede tertibat almış bir biçimde bekliyorlarmış. “Teslim olun” demişler.[98]
Cibranlı Halit’in kayınbiraderi olan Binbaşı Kasım Kürt asıllı ve Cibran aşiretine mensup biri. Bu adam 13 Ocak 1943’te Söke kaymakamına, “Şeyhin bana güveni yoktu” demesi çok ilginç.[99] Kasım’ın olayı anlatırken kardeşi Reşit ve adamlarından Bağlu köylü Gule Kello’nun silahlarını şeyhe doğrultup telsim aldıklarını[100] söylüyor. Burası bir az garip. Yüz silahlı adam içinde yapmak yürek ister. O emekli binbaşıymış. Kendisine Cibranlı Kasım diyorlar.[101] Olaydan sonra Aydın’ın Söke tarafında kendisine devlet tarafından ödül olarak verilen bir çiftliğe yerleşmiş.[102] Mele Yadin’in anlatmasına göre, köyüne dönen Gule Kello’nun evinin kapısına bir gün üç atlı dayanıyor. Dışarı çıkınca, “Şeyhimize ihanet edenlerden biri de sendin demek” deyip onu öldürüyorlar.[103]
Şeyh Said’in askeri güçler tarafından ele geçiriliş tarihi 15 Nisan 1925’tir.[104] O gün Ankara’da bir resmi tebliğ yayınlanıyor. Buna göre:
1-      Genç birliklerimiz tarafından işgal altında bulundurulmaktadır. Bölgede idare merkezlerimiz birer birer alınmış, her tarafta yeniden hükümet otoritesi tesis edilmiştir.
2-      Genç vilayetinin kuzeyinde Şeyh Said ve isyanın diğer şefleri Doğu tarafında kaçmak isterlerken Varto’nun güneyinde askeri birliklerimiz tarafından teslim alınarak, esir edilmişlerdir. Bunlar şunlardır: Şeyh Said, Şeyh Abdullah, Şeyh Ali, Şeyh Galip, Cibran beylerinden Kasım, İsmail ve Reşit, yine bu aşiretten Mehmet ve Timur Ağalar. Ayrıca Kargapazarlı Reşit ve yirmi beş kişi. Şeyh Said’in üzerinde ayaklanmaya dair planlar, vesikalar, yazışmalar ve bir heybe dolusu altın para bulunmuştur.
3-      Silvan civarında ayaklanmanın liderliğini yapan Şeyh Şemsettin ve kardeşi Şeyh Seyfullah gelip teslim olmuşlardır.
4-      Liderlerinin yakalanması ile başsız kalan isyancılar yer yer, zaman zaman gelerek birliklerimize teslim olmaktadırlar.[105]
d)    Şeyh Said Diyarbakır’da:    
Şeyh Said’in yaklanması ve ele geçirilenler hakkında Erkanı Harbiye’ye ve Hükümete bilgi verilmiştir.[106] Ancak Şeyh Said’in torunlarından Av. Muhammet D. Akar evrakları ve mektupları inkar etmiyor, ama bunların heybeyle birlikte yakalanmadan önce suya atıldığını, yoksa idam edilen insan sayısının 47 kişiyle sınırlı kalmayacağını, yüzlerce kişinin idam edileceğini[107] söylüyor.
Şeyh Said’in yakalandığı o gün, 15 Nisan 1925’te Hakimiyeti Milliye gazetesinde, Bitlis’te yargılanan eski Bitlis vekili Yusuf Ziya,  Cibranlı Miralay Halit, kardeşi Haluk ve Abdurrahman hakkında idam kararı verildiği ve söz konusu kişilerin idam edildiği[108] haber olarak okuyucularına duyurulmuştur. 
Şeyh Said’in yakalanmasından sonra ayaklanma tamamen sona ermiş değildi. Jandarma çemberini yarıp dağlara çekilen asiler vardı. Bunlar faaliyetlerine devam etmekteydiler. Silvan civarından gelen haberler yoğundu. Karameşe mıntıkasında yüz kadar isyancı görülmüş, o tarafa asker sevk edilmişti. Meydana gelen çatışmada asiler birkaç maktul ve on kadar esir vererek Şerafettin Dağlarına çekilirler. Bu sırada Hasenanlı Miralay Halit’ten, onun İran’a geçmeye çalıştığından haber alınır.[109] Silvan’da ayaklanmanın liderliğini üzerine alan Şeyh Şemsettin ve Elazığ’da da Şeyh Şeref ele geçirilir.[110] 28 Nisan’da yayınlanan Hakimiyeti Milliye gazetesi söz konusu şahısların yakalanma bilgisini vermiştir. Bazı asiler jandarmanın sıkı takibiyle yakalanırlar. Bunlar yargılanmak üzere Divanı Harbe ve mahkemeye sevk edilirler.[111]    
Hakimiyeti Milliye gazetesine göre, 16 Nisan 1925’de göz altına alınan Şeyh Said, 6 Mayıs’ta Diyarbakır’a getirilir. Onunla birlikte 38 arkadaşı daha vardı. Şeyh Said ve birkaç kişi atlı haldeyken diğerleri yayaydılar. Önde bir müfreze, peşinde Şeyh Said, damadı Şeyh Abdullah, Şeyh Şerif ve Emekli Binbaşı Kasım… Sonra bir piyade taburu ve atlı müfreze. Askerler uygun adımla yürüyor, “Ankara’nın taşına bak” marşını söylüyordular. 3. Ordu müfettişi Kazım Paşa, Kolordu kumandanı Mürsel Paşa, Vali Mithat Bey, Mahkeme başkanı ve üyeleri Hükümet Konağı önünde kalabalık bir halde bekliyorlardı. Askerler uygun adımlarla bir resmi geçit yaptı. Asiler konak önüne getirildiler. Mürsel Paşa, varıp Şeyh Said’e hoş geldin dedi. Ona şefkatli davranıyordu. Hal hatırını sorup yolculuğunda rahatsız olup olmadığını öğrenmeye çalıştı. Sağlık durumunu da sordu. Şeyh Said yemek yiyemediğini, ama doktorların ilgilendiklerini söyledi. Mürsel Paşa, Müfreze komutanına, çabuk tutukluları al, götür, istirahat etsinler, ilgilen dedi. Bu esnada fotoğraf ve film çekiliyordu. O anda gökte tayyareler belirdi. Alçak uçuş yapıyordular.[112]

Şeyh’in Yargılanması

a)    Yargı ve Tanrı Alemi:

Yargı nedir? Yargı ilahi midir? Yargı gerçekten bağımsız mıdır? Yargıçlar bir takım saik ve dürtülerin tesiri altında kalabilirler mi? Savcılık iddia makamıdır ve bir devlet kurumudur. Öyleyse hakimler halkı mı düşünür? Veya hakimler haktan yana mıdırlar? Yargı Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan bu yana tam anlamıyla yerli yerine oturtuldu mu? Yoksa aynı yanlışlara devam mı edilmektedir? Hakim karar verirken devleti mi, halkı mı, öbür dünyayı mı düşünüp karar vermelidir? Çünkü bu mesuliyetli iştir, vebali de büyüktür. Aynı durum öbür dünyada, ya da ömrü yeterse aksi iktidar başa geldiğinde veya devlet el değiştirdiğinde her an başına gelebilir. Suçsuz bir insanı cezalandırmak ya da onu idama yollamak hakimin ilmeği kendi boynuna takıp intihar etmesi midir?
Devlete isyanın cezası her an idamdır. Peki, devlet Tanrı’dan üstün müdür? Yahut o yapı, Tanrı’ya da mı tahakküm etmek istemektedir? Her devlet bir devlete isyan akabinde kurulur. Başarılı olunur ise, yargılanmaz. İsyan niteliğinde devletin adaleti isyancılar tarafından gıyabında yargılanır. Ancak kendisi devlet olunca isyanı başarıya ulaştıranlar adaleti tam anlamı ile yerine getirmekte midirler?
İhtilallerde adalet aranmaz. Hatta devrimlerde de. Bu gibi durumlarda kabul önemlidir. Kabul etmeyenler dışlanır, hatta yok edilir. Bunun çeşitli yolları vardır. Baştakilerin zekasına göre değişir. Ancak bir devlet kurulduktan sonra, yöneticilerin halka dayatması bir devrim niteliğinde midir? Toplumun şekli ve şemasının halkın onayı alınmadan devlet eliyle değiştirilmesi ihtilal olarak nitelendirilebilir mi? Yoksa bu tahakküm müdür? Veyahut ben Tanrı’yım mı demektir? Halkı göz önüne almayan devletin bu niteliği sona mı erer? Baştakilerin keyfi tutumu ya da kendi çıkarlarını ön plana alıp toplumu düşünmemeleri adalet anlayışını kaldırıp bir kenara atmak mı demektir. Demokrasiye bile tahammül edilmiyor, hatta demokratik yanlı girişimler başka yollarla cezalandırılıyor ise, halkın kendi kaderine rıza mı göstermesi lazımdır? Gerçekten adalet nedir? Göze göz, dişe diş mi? Demokrasi çoğunluğun yönetimi değil midir? Azınlık sırf dini bir kavram değildir, etnik bir kavramdır da; öyleyse % 5 nüfusun ülkenin kaderine hakim olması saltanat rejimi ya da despotluk uygulamasından başka nedir? Peki, Cumhuriyeti niye kurdunuz? Görüyoruz ki kavramların bile içine ediyorlar.
Yoksa Cumhuriyet Roma’dan mı alınmıştır?
Roma Cumhuriyeti’nin M.Ö. XVIII. Yüzyıl’da başladığı söylenir. Ancak Roma şehri M.Ö. VIII. Yüzyıl’da kurulmuştur. Roma M.Ö. VI. Yüzyıl’da kendini göstermeye başladı. Krallıkla yönetiliyordu. M.Ö. II. Yüzyıl’ın ortalarına kadar da krallıkla yönetilmeye devam etti. M.Ö. 148’den itibaren komutanlar, bilhassa başkomutanlar ülkenin kaderine hakim oldu, M.Ö. I. Yüzyıl’ın üçüncü çeyreğinin son yıllarına kadar sürdü. Bunun adına Cumhuriyet dediler. Aslında bir diktatörlük idaresiydi. Senatörler vardı. Ancak bu senatörleri halk mı seçiyordu, yoksa Roma şehrinin üst tabakası mı? Sultanlık ya da Padişahlık rejiminde de bir nevi senatörler demek olan vezirler vardı. Ancak bu vezirler sırf Konya ya da İstanbul’dan çıkmıyor, başka şehirlerden de yetişip geliyordular. Yanlış iş yaptığı yahut hükümdara karşı geldiği zaman Başvezir, yani Sadrazam görevden alınıyordu.     
Oysa Eski Türklerde bir Tanrı alemi vardı. Bu alem Kayra Han, Erlik, yahut Yerlik Han, Bay Ülgen, Ayzıt ve Umay tarafından yönetiliyordu. Her şey yerli yerine oturmuştu. Yeryüzünde Tanrı aleminin temsilcisi Yalvaçlar ya da Tenriken’lerdi. Yalvaçlar halk içinden, Tenrikenler Han sülalesinden çıkardı. Baksular, Kamlar, Şamanlar, Gökçeler ve Kocalar Ruhlar alemiyle ilişki kurar, kimi zaman Tanrı alemine de sirayet ederlerdi. Hakime yargucı denir, Savcı ise aynı adla anılırdı. Suçluya yazuk, onunla işbirliği yapanlara yazuklu denirdi. Bu yazuk kelimesi acıma duygusundan ileri gelmiş, merhametin gösterilmesine işaret etmişti. Kimi zaman yazuklar af edilirdi. Af makamı kağandı. Bu affın gerçekleşmesi doğruların söylenmesine bağlıydı. Yalancılara af yoktu. Türkler yalanla dünyanın payidar olmayacağını çok iyi biliyordular. İşte bu nedenle onlar Müslüman olmuştular. İslamiyeti kabul ederlerken Lahut alemini Tanrı alemine yakın bulmuşlardı. Aslında İslamda da yaratılıştan önce o alemi yöneten beş varlık vardı. Bunlar Ferid-i kevnü zaman için Kevnü mekanda halk edilmiştiler. Adem yaratıldı. Melekler secde etti. Duygu, düşünce, görüş, anlayış, kavrayış, ittihat ve terakki sahibi insan meydana çıktı. Azazil secde etmedi. Çünkü o Ademi kendi varlığından başka bir varlık olarak görmüştü. Oysa diğer melekler Ademin varlığında yok olmuş, fena fillah telakkisiyle yeni bir varlığa bürünmüştüler. Azazil kötülüğü ve çirkinliği temsil etmek için İblis adını aldı. Bu bir takdir gereğiydi. Ancak Azazil insan varlığı yok olunca Kevnü mekanda yine eski varlığına kavuşacağını çok iyi biliyordu.

b)      Mahkemenin Başlaması:

Şeyh Said ve adamlarının 6 Mayıs 1925’te Diyarbakır’a getirilmelerinin 20.’nci günü Şark İstiklal Mahkemesi’nde yargılamaları başlamıştır. 20 günlük sürede Savcı Süreyya Bey, Şeyh Said’le yakından ilgilenmiş, onunla dostluk münasebeti kurmaya çalışmış, bu arada ona resmi olmayan ve kayıtlara geçemeyen sorular da sormuştur. Sorgulamada Şeyh Said, ayaklanmanın basit bir meseleden kaynaklandığını, ayaklanmanın önceden planlanmadığını, isyana katılanlar gibi kendisinin de isyanın başında değil, içinde bulunduğunu söylemiştir. Hatta o, savcının basit bir jandarma olayının nasıl böyle bir hal aldığının anlaşılmasının çok zor olduğunu belirtmesi üzerine, haklısın diyerek savcının sözlerini tasdik eder.
Savcı Süreyya Bey, Şeyh Said’in eğer isyanın daha önceden planlanmadığını hakimlere inandırabilirse idamdan kurtulabileceği, onun belki de af edileceği düşüncesindedir. Çünkü Şeyh Said, ona ayaklanmanın başına kendi isteğiyle değil, buna takdir-i ilahi mi denir, zorla, mecbur kalarak geçtiğini beyan etmiştir. Savcı, bu resmi olmayan konuşmaların ikisi arasında kalacağını, kimseye söylemeyeceğini, hakkında delil olarak da kullanmayacağını açıklar, hatta yemin bile eder. Şeyh Said, olayın planlanmadığında ısrarlıdır. Şeriat ve İslami hükümler için ve bunu hükümete kabul ettirmek için ayaklanmıştır. Kendisine daha önce Kürdistan için ayaklanma teklifinde bulunan Yusuf Ziya ve Cibranlı Halit’le herhangi bir ilişkisi ve bağlantısı olmadığını, onların teklifini kabul etmediğini ve Kürtçülük fikrini benimsemediğini açıklar. Savcı, ona “Elimden olsa sizi ömür boyu hapseder, Cumhuriyetin bu ülkeye sağlayacağı yararları görmenizi isterdim” der ve adalete güvenmesini söyler. Şeyh Said, ben adalet istemiyorum, merhamet ve af istiyorum; beni uzak bir yere sürsünler; orada ikamet etmemi mecbur kılsınlar, der.[113] O bunu derken cezasının idam olacağını bilmektedir. Sürgünlükte ise Osmanlıdaki bazı uygulamalara dikkat çekmiştir. O bunun olmayacağını da bilmektedir.
Mahkeme 26 Mayıs 1925’te başladı. Kalabalık bir izleyici kitlesi vardı. Şeyh Sait, Şeyh Abdullah, Şeyh İsmail, Şeyh Abdullatif, Emekli Binbaşı Kasım, Hacı Halit, Abdülhamit, Kamil Bey, Çerkez Reşit, Emekli Binbaşı İsmail, İmam Emin, Şeyh Ali, Baba Molla, Reşit ve Timur Ağa; diğerleri: Abdullatif, Süleyman, Mehmet, Emekli Yüzbaşı Bahri, Emin, Şevket, Maksut, Halit, Malazgirt Savcısı Abdülmecit, Şeyh Şerif, Çobakçorlu Süleyman, Ali, Yusuf, Hüseyin, Muallim Cemil, Nimet, Ahmet, Teğmen Mehmet Mihri, Genç Sağlık Memuru Niyazi ve Hacı Sadık beyler… Sanıklar salona getirilip her biri sanık sandalyesinde yerini aldıktan sonra kimlik tespiti yapıldı. Mahkeme başkanı Mazhar Müfit Bey, Şeyh Said dahil, bütün sanıklara saygılıydı, onlara siz, Şeyh hazretleri ve Efendi hazretleri biçiminde hitap ediyordu. Birkaç gün önce başka bir mahkemede Seyit Abdülkadir ve arkadaşları idama mahkum edilmiştiler.[114] 
Mahkeme üyeliklerine Kırşehir vekili Lütfi Müfit, Urfa vekili Ali Saip, yedek üyeliğe ise Bozok vekili Avni Bey getirilmiştiler.[115] Savcı Süreyya Bey tarafından iddianame okunmaya başlandı:
Türk ülkesinin şark vilayetlerinin bir kısmında bütün dünyanın muhtelif şekillerde öğrendiği bir isyan hadisesi vardı. İsyan hiç şüphe yok ki, senelerce içerden ve isyan sahası dışından vaki olmuş telkinler ve tasavvurlarla eşkıya hareketlerinin fiilen gözükmesiyle meydana çıkmıştır. İsyan hadisesi iddianamede anlatıldığı üzere güya Peygamber dininin yükseltilmesi perdesi altında meydana getirilmiştir. Hâlbuki asıl gaye Türk vatanının muayyen bir kısmını ana yurttan ayırmak, vatanın birlik ve beraberliğini bozup dağıtmaktan ibaretti.
Huzurunuzda bulunan Şeyh Sait, yüzlerce, binlerce askerin, halkın, Müslümanın malını, canını yok eden hareketleri fiilen idare etmiş ve hepsine amil olmuş bir vatan hainidir. Öbür sanıklardan Şeyh Abdullatif ve kardeşi Şeyh İsmail, isyanın şefi olan Şeyh Sait’in bu eşkıyalık hareketine fiilen katılmışlar ve Diyarbakır’a yapılan hücumun muvaffak olması için telkinlerde bulunmuşlardır.
Şeyh Mehmet Şerif, Elazığ cephesi kumandanı adıyla oradaki hareketi idare etmiş, Şeyh Abdullah Genç ve Varto hareketlerinde bulunmuş ve kendisine Şeyh Mehmet Şerif gibi cephe kumandanı unvanı verilmiştir. Şeyh Sait’in de damadıdır.
Kasım, Şeyh Abdullah’ın Varto’yu işgal etmesi üzerine kendisine katılmış ve onunla uzun müddet birlikte çalışmıştır. Şeyh Ali ve Şeyh Musa bir sürü eşkıyaya kumanda etmekten sanıktır. Mehmet Mihri’nin isyandan önceki günlerde hazırlıklara iştirak ettiğine dair elimizde esaslı deliller olmamakla beraber Şeyh Sait tarafından hizmete alınmış ve vazifesini terk etmiştir. Baba Bey ve Kâmil Bey de asilerin birer şefidir. Diğer sanıklarda harekete fiilen iştirak etmişler hep aynı gaye için çalışmışlardır. İddialarımız soruşturma evrakı, mektuplar ve mahkeme esnasındaki sorgulardan anlaşılacağından, mahkemenin bu esaslara göre yapılmasını talep ve dava ederim.”[116]

c)      Hakim Sorgusu

Hakim’in, ayaklanmanın bir ilham sonucu mu çıktığı sorusuna Şeyh, ilham gelmedi, ancak kitaplarda okudum; gördüm ki, şeriattan ayrılınırsa isyan vacip olur; hükümete bunu anlatmak istedik; hiç olmazsa bir kısmı uygulansın diyecektik; kader beni bu işe soktu, içine girdim, bir daha da çıkamadım, der. Hakim’in, vaciptir diyorsun, şartı yok muydu sorusuna Şeyh, şer'an vaciptir, öyle biliyorum, cevabını verir. Hakim’in Müslüman isyan eder mi sorusuna Şeyh, şeriye şartları uygulanmazsa dedim, der. Hakim’in isyanın amacı neydi sorusuna Şeyh, kitapta kıyam vaciptir deniyor, cinayet, zina ve müskirat gibi durumlar yasaklanıyor; Müslümanız, bu nedenle bizde Türk ve Kürt ayrımı yoktur, der. Hakim’in, Şeyh Efendi, bunu bırakın, ben kıyamın nedenini öğrenmek istedim, onu söyleyin demesi üzerine Şeyh, Piran'daki olaydır; çatışma çıktı, bana yamandı; oysa köyde teğmene üç defa rica etmiştim, adamlar yeminliler, ısrar etmeyin de dedim; sekizi bırakıldı, ikisi tutuklandı, diğer ikisi karşı koydu; olay böylece patlak verdi; ben adamlarımı alıp köyden çıktım; bundan sonra işe köylüler karıştı; ayaklanma başladı, ben de dahil oldum, der. Hakim’in, Şeyh Efendi Piran'dan önce kıyamı düşünüyor muydunuz sorusuna Şeyh, kalbimden geçiyordu; ancak savaşmak niyetinde değildim; broşürler yazıp meclise göndermeyi ve çıkarılacak olan yasaların şeriata uygun olarak düzenlenmesini sağlamayı düşünüyordum cevabını verir. Hakim’in, neden yapmadınız sorusuna Şeyh, bu hususta ilkin kitapları inceleyim, bilimsel araştırma yapayım dedim, ancak olmadı, kader Piran'a sürükledi, orada olay çıktı; bunun önünü alamadık, der. Hakim’in, isyanın nedeni şeriatın uygulanmaması, öyle mi sorusuna Şeyh,  eğer ki şeriat uygulanmazsa, bu ise şeriata göre isyanın gerekçesidir; isyandan sonra günahkar olmayız dedim, der. Hakim’in, Müslümansınız; Müslümanları da birbirinin kardeşi olarak nitelemektesiniz; ancak Müslümanın Müslüman üzerine kıtal göndermesi doğru mu; bu caiz midir sorusuna Şeyh, evet, kardeştirler; imama kıyam etmekle Müslümanlar arası muharebe yasaklanmaz; kitap böyle diyor, der. Hakim’in, kardeştirler ama, siz nasıl onları çatışmaya sevk ettiniz sorusuna Şeyh, bunu Hazreti Ali de yaptı; oysa savaşanlar Müslümandı; savaşsalar bile yine kardeştirler, cevabını verir. Hakim’in, kıyam vaciptir dediniz; peki, küffar kutsal kitabımızı çiğnerken cihat nedir, söyleyiniz sorusuna Şeyh, beli, farzdır, der. Hakim’in, Yunanlılar ülkeyi işgal ederken, neden o 4000 kişiyle onların üzerine yürümediniz sorusuna Şeyh, çok perişandık, zamanımız yoktu; Balkan savaşında variyetliydik, katılalım dedik, olmadı; oysa son savaşta muhacirdik, fakirdik, cevabını verir. Hakim’in, isyanı kimlerle ve nerede planladınız sorusuna Şeyh, önceden plan yoktu, Piran olayı ile çıktı, içine düştük ve işe dahil olduk; olaydan sonra Lice'ye geldim, ama kimseye bir şey söylemedim, der. Hakim’in, oğlunuz Ali Rıza; o İstanbul'dan geldi, sonra isyan oldu sözüne Şeyh, bir ay sonraydı, cevabını verir. Hakim’in, oğlunuz İstanbul'da, oraya varınca isyanla ilgili kimlerle konuştu ve size getirdiği haber ne idi sorusuna Şeyh, o isyan hazırlığını İstanbul'da işitmemişti; hatta Halit Bey'in tutuklandığını da Erzurum'da bulunan oğlundan duymuş, der. Hakim’in, oğlunuz geldikten sonra, size İstanbul’dan şeriat konusu ile ilgili bir şeyler söylemiştir herhalde sorusuna Şeyh,  o İstanbul'a vardığında Hınıs Kürtlerinden birinin misafiri olmuş ve Seyid Abdülkadir Efendi'yi de ziyaret etmiş, cevabını verir. Hakim’in, İstanbul'a gitmesinin amacı neydi sorusuna Şeyh, Halepli tüccarlara mal satmıştı cevabını verir. Hakim’in, oğlunuz döndükten sonra onunla nerede buluştunuz sorusuna Şeyh, Şuşar'da cevabını verir. Hakim’in, jandarmalar geldi, çatışma oldu, jandarma vuruldu; bu isyan böylece çıktı dediniz sözüne Şeyh, jandarma vurulmasaydı, ben görevim neyse onu yerine getirecektim, der. Hakim’in, jandarmalar görevini yapıyor ama, siz onlara karşı halkı ayağa kaldırıyorsunuz sözüne Şeyh, hayır; bence olay basitti; jandarmalara bunlar yeminlidir, teslim olmazlar, yapmayın dedim, der. Hakim’in, ondan sonra bir şey oldu mu sorusuna Şeyh, çarpıştılar, der. Hakim’in, öyle ise ne oldu da siz halkı ayaklandırdınız sorusuna Şeyh, ben köyde durmadım, ayrıldım; ayaklanma koptu; böylece ben ayaklanmanın başına geçtim, der. Hakim’in, ayaklanma meydana geldi de, siz bundan sonra mı ayaklanmanın başına geçtiniz sorusuna Şeyh, ben Darahini'ye gelmemiştim, şehri muhasaraya başladıklarını duydum, der. Hakim’in, Şeyh Efendi, bu isyanın nedeni jandarmalar değildir, sizin yaptığınız propaganda ve açıklamalardır sözüne Şeyh, jandarmalar olmasaydı, isyan meydana gelirdi ama, bu belki bir yıl, belki altı ay sonra olurdu, yahut hiç olmazdı, der. Hakim’in, jandarma meselesi sizin düşünce ve tasavvurlarınızı harekete geçirdi; eğer ki olmasaydı, bir yıl sonra, altı ay sonra bu isyan olurdu dediniz, öyle değil mi sorusuna  Şeyh, jandarma meselesi olmasaydı, belki de hiç  olmazdı; Allah kader yazdı ise, olurdu cevabını verir. Hakim’in, her şeyi kaza ya da kadere mal ediyorsunuz: sizin kendi iradeniz yok mudur sorusuna Şeyh, hayır, iradem de var: ben tabi ki boş değilim: dahlim var, bunu inkar edemem, der. Hakim’in, isyanı tek başınıza sizin başlattığınıza pek inanmıyorum; herhalde bunu teşvik edenler vardır sorusuna Şeyh, ne içerden, ne de dışardan isyanı teşvik eden bir kişi bile yoktur; dışarıdan dediğim ise ecnebilerdir cevabını verir. Hakim’in, demek ki, ayaklanmayı sırf zat-ı âliniz düşünmüştür sözüne Şeyh, evet, bu işte benim düşünce ve fikrim de vardı; bilim adamlarını ve düşünürleri göreyim, fikirlerini alayım dedim. Çünkü din kalkmıştı, maneviyat da unutulmuştu; bunları yeniden yerine oturtalım dedim; öyle ümit ediyordum, der. Hakim’in, onlarla görüştünüz mü sorusuna Şeyh, görüşmedim, daha doğrusu görüşemedim; zaman bulamadım, çünkü olay meydana geldi, der. Hakim’in, mektuplarınızda Emirülmücahidin adını kullanıyorsunuz; insan kendi kendine bu adı alır mı sorusuna Şeyh, emirlere Emirülmücahidin adıyla yazıyordum; bunu, büyüklüğü kendime layık görmediğimden yaptım; sonra Hadimülmücahidin adını kullandım, der. Hakim’in, şehri alacağınıza inanarak mı Diyarbakır'a hücumu gerçekleştirdiniz sorusuna Şeyh, ben Diyarbakır'a saldırma taraftarı değildim; ama bazı tanıdıklarım bunu istedi, der. Hakim’in, kimlerdi onlar sorusuna Şeyh, Hanili Halit Bey bu işe taraftardı cevabını verir. Hakim’in, alamayacağınızı bildiğiniz halde kaleye neden hücumu gerçekleştirdiniz sorusuna Şeyh, birkaç muharebe olmuş, duyduğuma göre Kürtler bu işi başarmış, öyle diyorlardı; yine böyle olur sandım, ama olmadı, der. Hakim’in, Diyarbakır içinden bilgi alıyor muydunuz sorusuna Şeyh, şehir içiyle herhangi bir alışverişimiz yoktu; ancak halkın çoğunun dini değerlere önem verdiğini biliyorduk, der. Hakim’in, yani, almaya ümitliydiniz sorusuna Şeyh, ümitliydik, halktan da ümitliydik, cevabını verir. Hakim’in, Necip Bey ve Cemil Paşazadeler görüş olarak eğilimliydiler ne idi sorusuna Şeyh, ben birini bile tanımam., ancak adlarını işitmişliğim var, Nakip ve Cemil Paşazadeler şeriata meyyal, seninle birlikte olabilirler diyorlardı; ancak kendilerini tanımam, cevabını verir. Hakim’in, böyle önemli bir şeyi neden araştırma lüzumu duymadınız sorusuna Şeyh, haddi hesabı olmayan yalan ve yanlış bilgiler alıyorduk; Muş ve Bitlis adamlarımız tarafından işgal edilmiş diye haberler geliyor, sonra bunların doğru olmadığı meydana çıkıyordu; ne postamız vardı, ne de irtibatımız, der. Hakim’in, hiçbir şeyiniz yokken, bu kadar ümmet-i Muhammed'i birbirine kırdırmak caiz mi sorusuna Şeyh, zaten olan olmuştu; Darahini'ye hücuma geçmişlerdi, der. Hakim’in, Elazığ'a saldıran kuvvetlere kim komuta ediyordu sorusuna Şeyh, Şeyh Şerif'i tayin etmiştim; odur, der. Hakim’in, başka kumandanlar kimlerdi sorusuna Şeyh, Gazik cephesini de ona vermiştim, Palu'ya kadar gidebilirsin de demiştim; Melekanlı Şeyh Abdullah'ı Gırvas ve Muş cephelerine tayin etmiştim; Şeyh Hasan'a Kiğı cephesini vermiştim; Şeyh Hasan burada yoktur; kumandanlar ise ağalar, muhtarlar ve aşiret şefleriydi; benim düzenli halde bir ordum yoktu, der. Hakim’in, Diyarbakır'ı almakta amacınız ne idi sorusuna Şeyh, demek ki, rızkımız ve nasibimiz o taraftanmış; Diyarbakır'a hakim olduktan sonra ileri gelenlerle bir araya gelip hükümetle müzakere yapmak isteyecektik cevabını verir. Hakim’in, isyandan önce hükümetle görüşme yapsaydınız sözüne Şeyh, vaktimiz olmadı cevabını verir. Hakim’in, Hükümet taleplerinizi eğer ki kabul etseydi ne olurdu sorusuna Şeyh, günahtan kurtulur, evimizde otururduk; Hükümet isteklerimizi kabul etseydi, hicret etmeyi isteyebilirdik; buna izin vermeselerdi, o zaman günah bizden giderdi, otururduk, beklerdik, der. Hakim’in, bir mektubunuzda fetih kelimesine yer veriyorsunuz, bunun anlamı nedir sorusuna Şeyh, her neresi alınır ise biz ona fethedildi gözüyle bakarız, der. Hakim’in, fetihten sonra hakim olduğunuz topraklarda bağımsız olarak bir Kürdistan mı teşekkül ettirecektiniz sorusuna Şeyh, bizim öyle bir niyetimiz ve tasavvurumuz yoktu; amacımız şeriat kurallarını uygulamaktı, ben ne başkanlık kabul ederdim, ne de bunu yapmak elimden gelirdi, der. Hakim’in, buradaki bildiriye ne dersiniz sorusuna Şeyh, ondan haberim yok, kim yazmış, onu da bilmiyorum, der. Hakim’in, Diyarbakır'ı aldıktan sonra eğer ki hükümet tekliflerinizi kabul etmiş olsaydı çekip gidecektiniz, öyle mi sorusuna Şeyh, sonucun nasıl olacağını bir an bile düşünmedim; mebusların büyük kısmı dindardı; isteklerimizi kabul ederler, medreseleri yeniden açarlardı dedik cevabını verir. Hakim’in, Türkiye Cumhuriyeti askerleri, bu Müslüman askerler bizi mahvederler diye hiç düşünmediniz mi; ayaklanma kuvvetini size veren nedir sorusana Şeyh, bilgimiz yoktu, anlayamadık, bu kadar askerin bu kadar hızla bölgeye gönderilebileceğini sanmıyorduk, der. Hakim’in, sonunda anladınız, öyle mi sorusuna Şeyh, beli, şimdi anladım, der. Hakim’in, bu isyanın esası nedir sorusuna Şeyh, esasını demekle, kime atfedeyim, der. Hakim’in, Lice'ye yazmış olduğunuz mektuba göre önceden bunu düşünmüşsünüz sorusuna Şeyh, o yazı benim değil, imza da benim değil; ifade de zaten benim değil, der. Hakim’in, isyana ben karar verdim demiştiniz; bu havalide sizi tanıyan bir kimse bile olmadığına göre, siz nasıl Diyarbakır'a hücum ettiniz; herhalde bunlar önceden oturulup düşünülmüş ve karar verilmiş şeylerdir sorusuna Şeyh, olay oldu; kimse varmamıştı daha, önce ben vardım; Allahu Teala'nın kaderiymiş; olayın içine dahil oldum; eğer düşünülmüş ve planlanmış bir şey var ise benim söylememe lüzum yok, zaten biliniyor cevabını verir. Hakim’in, Türk askerlerini Müslüman olarak mı gördün, yoksa kafir mi sorusuna Şeyh, Müslüman olarak telakki ettim cevabını verir. Hakim’in, İslam içinde sizden bilgini yok muydu; var ise neden sadece siz düşünüp karar veriyordunuz sorusuna Şeyh, başka alim elbette vardı, çoktur, der. Hakim’in, yapılmıyor, uygulanmıyor ise, peki onlar neden talep etmiyorlar sorusuna Şeyh, ne kadar ehli şeriat varsa hepsi de talep ediyor, ama onlar canından ve malından olmaktan korkuyorlar cevabını verir. Hakim’in, bunların içinde en âlimi ve en cesuru sen misin sorusuna Şeyh, en âlimi ben değilim ama, tehlikeye atılan da benim, der. Hakim’in, memleketten çıktığınız ay hangi aydı sorusuna Şeyh, Kanuni Evvel'de çıktım, der. Hakim’in, sizin durumunuzda olan ve yaşlı bulunan biri kışın şiddetini en artırdığı bir zamanda memleketinden çıkar mı sorusuna Şeyh, günde üç saat yol alıyorduk, fazla gitmiyorduk; yerler de müsaitti; odun ve ateş de vardı cevabını verir. Hakim’in, ilkbahar ya da yazın yahut sonbaharda çıksaydınız, bu sizin için çok daha iyi olmaz mıydı sorusuna Şeyh, yazın ziraat ve ticaretle meşgulüz, ancak kışın boşuz, iş yok, der. Hakim’in, isyana, yani olayın meydana gelişine kadar ne kadar zaman geçti sorusuna Şeyh, iki aydan fazla zaman geçmişti cevabını verir. Hakim’in, isyandan iki ay once memleketten çıkıyor, sonra da isyan ediyorsunuz sözüne Şeyh, evet, düşünce ve fikrimde vardı; ancak şimdilik niyetimizde yoktu; ama isyan birden patladı, der. Hakim’in, oğlunuz Halep'ten geçiyor sözüne Şeyh, ticaret için oraya gitmişti; parasını İstanbul'a poliçe olarak vermişlerdi; bu nedenle İstanbul'a gitti ve parasını aldı cevabının verir. Hakim’in, Halep ve İstanbul'a ticaret için gitti diyorsunuz; oralarda bazı kimselerle görüşmüştü, bunu size söyledi, siz de ayaklandınız, öyle mi sorusuna Şeyh, o geldiğinde ben memleketten çıkmıştım; onunla Şuşar'da buluştuk, isyandan kırk gün kadar önceydi cevabının verir. Hakim’in, Diyarbakır'a neden hücum ettiniz sorusuna Şeyh, orada cephane çok olduğunu biliyorduk, cephane ve silah temin etmek için oraya hücum ettik cevabının verir. Hakim’in, Diyarbakır'ı almayı başaramadınız; peki ondan sonra ne gibi harekatlarda bulundunuz sorusuna Şeyh, Çapakçur'a ve Darahini'ye geldik; Licelilerin beni karşılamaya geldiklerini gördüm: ancak Lice'ye gitmeye hiç niyetim yoktu; (Diyarbakır’a ikinci defa saldıracaktım; itiraz edenler oldu, bu nedenle) Kürtlere izin verip hepsini köylerine, evlerine gönderdim. Sonra Eğil'e vardım; Maden ve Ergani'nin adamlarımız tarafından işgal edildiğini burada duydum cevabını verir. Hakim’in, Türklerle ilişki kurmuyordunuz, neden sorusuna Şeyh, Eğil ve Ergani taraflarında Türkler çoktu; haber gönderip birlikte dinimiz için çalışalım dedim cevabını verir. Hakim’in, onlar da sizinle birlikte mi isyan ettiler sorusuna Şeyh, gelen geliyor, gelmeyen gelmiyordu cevabını verir. Hakim’in, Ergani'de kimler vardı sorusuna Şeyh, Şevket Efendi, Hamit Ağa ve Hacı Hüsnü Efendi vardı cevabını verir. Hakim’in, bunlar Türk mü, Kürt mü sorusuna Şeyh, Türktürler, onlar isyana iştirak ettiler cevabını verir. Hakim’in, Kürt Teali Cemiyeti'nden haberiniz olmadığını beyan ettiniz; peki Bitlisli Yusuf Ziya Bey geldiği zaman onunla ne görüştünüz sorusuna Şeyh, Yusuf Ziya'yı tanırım; evet doğru, bana gelmişti; Ramazanda idi; Bitlisli Haydar Efendi Yusuf Ziya Bey'in Muşlu Reşit Bey'le birlikte ziyaretime geldiğini söyledi; kendisinden ders almıştım; birkaç saat yanımda kaldılar; çay içip gittiler; baharda da Hınıs'a gelmiş; benim köyüme uğramıştı; orada meseleyi açtı; “Biz Kürdistan kurmak üzereyiz” dedi. Olmaz dedim. Fikrim Kürdistan’ın kurulmasını kabul edemiyordu, cevabını verir.[117]

Şeyh’in İdamı

a)      Seyit Abdülkadir’in İdamı:

14 Nisan 1925’te Şark İstiklal Mahkemesi Şeyh Said Ayaklanmasına katılan Şeyh Eyüp ve çoktan beri Diyarbakır’da propaganda yapmakla suçlanan Dr. Fuat Bey’in davalarına bakar. Şeyh Eyüp, ayaklanmaya bilfiil iştirak etmiş, isyancılarla birlikte askerlerimize karşı çarpışmıştı. Sorgulanmasında, kendisine Cumhuriyet Halk Fırkası ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası sorulduğu zaman, biri Cumhuriyetçidir, diğeri hem Cumhuriyetçi hem de Terakkiperverdir; ancak ikinci parti dine hürmetkardır demiş, Ali Fethi Bey’in evinde 15 gün kadar misafir kaldığını söylemişti. Bu şeyh Şeyh Said İsyanına iştirak etmekle, Cumhuriyete karşı çıkmakla ve Kürdistan’ın teşekkülü için çalışmakla itham edilerek idama mahkum edilir. Doktor Fuat ise soruşturmasında kendisinin Türk olduğunu ifade etmişti. Ancak o, Kürt milliyetçiliği için çalışmak, Kürt Hükümeti teşekkülü için faaliyet göstermek, 21 Şubat 1925 tarihli Damat Ferit Paşa’ya yolladığı mektupta ona Kürt İstiklal Komitesi’nin çalışmaları hakkında bilgi vermekle, ayrıca mektupta Şeyh Said’in de bu komitenin faaliyetlerine katıldığını ve isyan için hazırlandığını beyan etmekle suçlanmıştı. Onun da idamına karar verilir.[118]
29 Mart 1925 raporuna göre, Seyit Abdülkadir davasında Kör Sadi, Seyit Abdülkadir’in kendisine Şeyh Said Ayaklanması’nı Van ve Erzurum taraflarında yaymayı, bu arada onun İstanbul’da bir hükümet darbesi başlatmayı teklif ettiğini söylemişti. Bu teklif beyanında, İngilizler İstanbul’daki Kürtleri silahlandıracak, ihtilal dini ve gerici bir nitelik taşıyacak, emniyet müdürlüğünün işgal edilecek, ihtilalin Bursa, Konya ve İzmir’e yayılacak, Ankara’nın iki ateş arasında kalacak, bundan sonra Vahdettin’in yeniden İstanbul’a getirilecekti. Seyit Abdülkadir ise sorgulanmasında, İttihat ve Terakki Kabinesi’nde Ayan üyeliği, Damat Ferit Paşa Kabinesi’nde Danıştay Başkanlığı yaptığını; İşgal kuvvetleri tarafından Doğu vilayetlerinde Ermenistan kurulması için çalışıldığını, Ermenistan kurulmasına muhalefet ettiğini, Musul’da gelmeden önce bir Kürt Teli Cemiyeti teşkil edilerek kendisinin bu cemiyete zorla başkan yapıldığını, birinci reis vekili Mustafa Zihni Paşa ve ikinci reis vekili Emin Avni Bey’le birlikte Damat Ferit Paşa’ya karşı Ermenistan’ı kurulmasına muhalefet ettiklerini, bir gün alınıp İngiliz elçiliğine götürüldüğünü, orada kendisine şimdiye kadar Kürdistan yoktu, şimdi mi çıktı dendiğini, kendisinin oralar Kürttür, Ermenistan olamaz dediğini, maksadının Ermenistan’ın kurulmasına muhalefet olduğunu belirtmiş, Şeyh Said’i tanımadığını, oğlu Ali Rıza’yla yeni tanıştığını, onunla Abdülhamit adlı bir tüccarın yanında tanıştığını, Ali Rıza’nın İstanbul’dan dönüşünden birkaç gün sonra İsyanın başladığını haber aldığını söylemişti. Bunun üzerine Mahkeme başkanı Müfit Bey, Seyit Abdülkadir’in Türkler aleyhine yazdığı bir şiiri okur, bu şiir senin mi der, o da benim der. Mahkeme üyesi Ali Saip Bey’in seyitliğinin nereden geldiği sorulur, onun Abdülkadir Geylani’nin soyundan geldiğini, aslında Kürt olmadığını (yani ya Arap ya da Farisi olduğunu) belirtir. Devam eden sorgusunda Abdülkadir, Bedirhanlardan Emin Ali, Mehmet Şükrü ve Said-i Kürdi’yle birlikte yabancı elçilikleri ziyaret ettiklerini, Kürdistan ile ilgili muhtıra verdiklerini, bunu sırf kendi teşebbüsleriyle yaptıklarını ifade eder.
Mahkemeye 17 ve 21 Mayıs günlerinde devam edilir. Kör Sadi, Mahkeme başkanına Seyit Abdülkadir’den şikayetçi olduğunu, onun kendisine tahakküm etmek istediğini, az kalsın öldürüleceğini, Cumhuriyet yönetiminden memnun kaldığını, her şeyi olduğu gibi anlatacağını söyler. Abdülkadir ise, onun yalan söylediğini, kendi canını kurtarmak için iftira attığını mahkeme heyetine belirtir. Kör Sadi, Cemil Paşazade Ekrem’in de Seyit Abdülkadir gibi yalan beyanda bulunduğunu ifade eder. 23 Mayıs’ta mahkemeye devam edilir, mahkeme Seyit Abdülkadir, Seyit Mehmet, Kör Sadi, Hacı Ahdi ve Kemal Fevzi’nin idamlarına karar verir, bu karar 27 Mayıs 1925’te, Diyarbakır’da infaz edilir.[119]

b)     İsyana Katılanların Sorgusu:

Şeyh Abdullah’ın ifadesi okunur, o mahkeme sorgusunda isyandan önceden haberi olmadığını, kayınpederi Şeyh Said’in kendisine mektup gönderdiğini, bu mektupta “Hükümeti vuralım, şehirleri alalım” dediğini, aslında isyana taraftar olmadığını ama, karışmış bulunduğunu, hatta Muş’a giden Zazaları iki defa çevirdiğini, sarığını onların önüne atarak bu iş olmaz dediğini söyler. Mahkeme sorgusunda Emekli Binbaşı Kasım, Şeyh Abdullah’ın isyan için kendisine müracaat ettiğini, Ali Rıza ve onun Varto’ya yedi yüz kişi ile gelmeleri üzerine Varto’yu savunmayı bıraktığını belirtir. O bu sözlerinden sonra çok uzun bir ifade verir. İfadesi bittikten sonra Şeyh Said’in “Bir Türk öldürmek yetmiş gavuru kesmekten daha efdaldir” dediğini bizzat duyduğunu söyler.
Şeyh İsmail, isyanın din maksatlı olduğunu, kendisinin Kasım’la birlikte bulunduğunu, Şeyh Said’in Diyarbakır’ı aldıktan sonra İngilizlere müracaat ederek hükümet kuracağını belirtir. Burada Savcı Süreyya Bey Şeyh Said’e, din maksatlı mı isyan ettin, yoksa Kürdistan kurmak isteyenlerle beraber çalışmamak istedin, ancak Bitlis Divan-ı Harbe çağrılmaktan korktuğun ve bu nedenle hükümete teslim olmamak için mi isyan ettin sorusuna Şeyh Said, din maksatlı isyan ettiğini, başka amacı olmadığını söyler. Bu sırada Hakim Ali Saip lafa karışır, ona, “neden Hınıs’tan Piran’a kadar şeyleri ve damadını isyana davet ettiğini” sorar, Şeyh Said’in cevabı “Gönlümüzde, fikrimizde dini kurtarmak vardır” olur.
Mahkeme sorgusunda Emin Bey, Varto’ya hücuma iştirak ettiğini, Hanili Şeyh Hüseyin’den Şeyh Ali Rıza’ya mektup geldiğini, bu mektupta Diyarbakır alındıktan sonra İngilizlerle birleşileceğinin yazıldığını, sonra Harput’a gittiklerini, buradan isyanı genişleteceklerini, sonra Cizre’de İngilizlerle temas kuracaklarını belirtir. Şeyh Ali, Şeyh Said’in şeriat için ayaklandığını, kendisini Muş köprüsüne çağırdığında gitmediğini söyler. Mehmet Ağa ve Baba Molla, Kasım Bey’le birlikte olduklarını belirtirler. Demir Ağa, Şeyh Said’in Şeriat için ayaklandığını, Ahmet’i kaymakam olarak tayin ettiğini, Şeyh Said’le birlikte Nuh Bey’in yanına gitmek için yola çıktıklarını ama teslim olduklarını söyler. Abdüllatif ise, Şeyh Said’in Diyarbakır’ı aldıktan sonra dört kişiyi İngilizlere göndereceğini, burada Kürdistan hükümeti kuracağını belirtir.
Mahkemede diğer sanıkların yargılanmasına ve sorgulanmasına devam edilir. Bunlar Şeyh Şerif, Şeyh Hüseyin bin Selman, Ali Bardak, Yusuf Selim, Muallim Hayri oğlu Nimet, Mehmet oğlu Ahmet ve Şeyh Said tarafından inzibat memuru olarak atanan Hasan’dır, isyan bölgesinde halka zulmetmek, devlet malını yağmalamak suçlarından yargılanmaktadırlar.
Şeyh Şerif, ayaklanmada kumandanlık yapmadığını, Elazığ’a Çarşamba günü girdiklerinde Çötelizade Halit Bey’le karşılaştıklarını, otomobile binerek Hükümet konağına geldiğini, Eşref ve Beyzade Nuri Bey’in orada bulunduğunu, Eşref Bey’in kendisini yanındakilere göstererek, “Bu mutemedimizdir, eminimizdir. Hükümeti ona teslim edeceğiz” dediğini, geceyi Çobakçur’da geçirdiğini, Beyzade ve Halit’i tanımadığını ifade eder. Sabah olunca Harput halkının adamlarına ateş etmeye başladığını, bunun üzerine Palu’ya kaçtıklarını belirtir, benim sakalım yok, kim sakallıysa o kumandandı der.
İnzibat Hasan Fehmi’nin sorgusunda o, isyanın önceden planlanmış olduğunu, Şeyh Said’in Şeriat niyetiyle isyan ettiğini, Eski mebus Hamdi, Muallim Mehmet Zeki ve Dündar Alp’in haber verdiklerini… bunların valiyi görevden alarak hapsettirdiklerini, hükümete haber verenleri de öldürdüklerini söyler. Bundan sonra Şeyh Said’in yeniden ifadesine başvurulur, partiler sorulur, Şeyh Said’in ifadesinde onun Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na sıcak baktığı görülür.[120]
Mahkemenin diğer celselerinde Çan şeyhlerinden Müftü İbrahim, Şeyh Ali ve Celal Bey sorgulanır. Bunlar Elazığ’a hücum ettiklerini saklamaz, bütün suçun Şeyh Şerif’te olduğunu söylerler, ondan korktukları için bu isyana katıldıklarını belirtirler. Şeyh Ali, Şeyh Şerif’in kumanda ettiği asilerin hastaneyi yağmaladıkları söyler. Selman ve Çobakçorlu Abdi, Çan şeyhlerinin isyana davetine icabet ettiklerini, Elazığ’a vardıklarını at yağmalamasında bulunduklarını belirtirler. Abdi ifadesinin devamında, isyanda Çobakçur kaymakamı Hilmi Bey’in ilgisinin bulunduğunu, asiler geldiğinde hükümette 35 jandarma olduğunu, ancak 9 silahlı kişinin karşılık görmeden binayı işgal ettiklerini, Kaymakam Hilmi Bey istese askerlerin asilere karşı kayacağını söyler, Hilmi Bey’in Arif Farisi’yi Şeyh Said’e gönderip onu çağırdığını, Şeyh Şerif’in de geldiğini, oturup konuştuklarını, Hilmi Bey’in Şeyh Şerif’i yakalatması gerektiğini, ama onunla bir olup, Mehmet Zeki, Dündar Alp ve eski mebus Hamdi’yi ihbarda bulunduklarını, bu nedenle söz konusu kişilerin hapsedildiğini, Mehmet Bey’in ihbarından sonra bir hafta içinde isyanın baş gösterdiğini, Mehmet Bey’i mahkemeye Kaymakam Hilmi Bey’in verdiğini belirtir. Hilmi Bey, Mahkeme başkanının sorması üzerine, “Şeyh Sait kazaya geldi, görüştüğümde Palu’ya dedemin kabrini ziyarete gideceğim dedi. İsyan edeceğim demedi” der, kendisinin Ahlatlı ve Çerkez olduğunu ifade eder, Şeyh Said’in elini öpmüş olabileceğini, ancak onu yanına çağırmadığını, ancak tahkikat nedeniyle ayağına bizzat vardığını söyler. Abdi, bunun üzerine, kaymakamın yalan söylediğini belirtir. Jandarma Halit, isyana katılmadığını, Şerafettin dağlarına şeyhin yerini keşfetmek için gittiğini, o sırada yakalandığını söyler.
Savcılık talebi üzerine Çobakçur’dan getirilen 19 kişinin mahkemesi Şeyh Said’in davasıyla birleştirilir, iddianamenin okunmasından sonra Ali Saip, isyanın daha önce planlanmadığını, tesadüf üzeri başladığını belirtir. Şeyh Said, evet öyledir, der. Ali Saip’in, ancak isyana katılanların kimilerinin isyanın önceden planlandığını, Diyarbakır ele geçirildikten sonra İngiliz himayesine sığınacaklarını ifade etmişlerdir demesi üzerine Şeyh Said, böyle bir şey yoktur, olmamıştır, der.
Şeyh İsmail’in vermiş olduğu ifadede, Diyarbakır’da bir Kürt Cemiyeti mevcuttu, cemiyetin reisi cemil Paşazade Ekrem Bey’di; Seyfullah Efendizade ve Tevfik Efendi de cemiyetin üyeleriydiler denmesi üzerine Şeyh Said, Diyarbakır çevresine geldiğinde oradaki Kürtlerin kendisiyle konuştuklarını, Doktor Fuat, Bekir Sıddıki  ve cemil Paşazadelerden beş kişinin şeriat yanlısı oldukları için hapsedildiklerini söylediklerini belirtir. Ali Saip bunun üzerine Şeyh İsmail’e yedin sorar, o Kürt cemiyetini beş yıl önce duyduğunu ifade eder. Ancak Şeyh İsmail Varto’daki ifadesinde Kürt cemiyetinden 2 yıl önce haberinin olduğunu söylemiştir. Bu çelişki ona sorulur, o bu çelişkiyi okuma yazma bilmediği nedeniyle yaptığını belirtir.
Abdullah Efendi’nin ifadesindeki Ekrem Bey’in ona yazığı bir mektup sorulunca Şeyh Said, bunun olmadığını, yalan olduğunu söyler. Abdullah Efendi’nin ifadesinde, o mektubun yazıldığının şeyhin ağzından bizzat duyduğu sorulunca Şeyh Said, bunun iftira olduğunu belirtir.
Şeyh Said’e isyancıların yağmadan başka bir şey düşünmedikleri sorulunca Şeyh Said, kendisinin elinden geleni yaptığını, yağma edilen malları isyancılardan alıp sahiplerine iade ettiğini söyler. Hacı Hüsnü’nün imzasının bulunduğu, kendisine Emirülmümin diye hitap ettiği, hatta kaymakam tayin ederek hükümet kurduğu mektup sorulunca Şeyh Said, ben kendime Emirülmümin dedirtmedim, yazan kişi küstahlık etmektedir, hükümet de tesis etmedim, amacım şeriatın tatbik edilmesi ve adaletin yerine getirilmesiydi der. Ona diğer şeyh arkadaşlarının öyle demiyor, senin hükümet kurduklarını söylüyorlar denmesi üzerine, onların da yalan söylediklerini belirtir. Bu arada ona diğer şeyhler kast edilerek şeyh yalan söyler mi denir, Şeyh Said bir az düşünür ve tabi ki yalan söyler der.[121]
Ali Saip Bey, Şeyh Said’i Kurt olup olmadığını sorar. Şeyh Said bu soruya. İlkin Arabım, sonra Kürdüm, sonra Türküm der. Ali Saip’in, isyanı din adına başlattın, peki Arabistan düşman işgali altındayken orasını kurtarmaya neden gitmedin demesi üzerine, “Orda olsaydım, orada da isyan ederdim” cevabını verir.
Genç valisi İsmail Hakkı Bey’in, nahiye müdürünün, Jandarma yüzbaşısı Avni Bey’in, Ömer, Abdullah ve Adem adlı şeyhlerin ve Emekli Binbaşı Kasım babası Ahmet Ağa’nın ve kardeşi Ali’nin sorgusuna geçilir. Şeyhler isyanla alakalarının bulunmadığını söylerler. Ahmet Ağa, 86 yaşında bulunduğunu, isyana katılmasının mümkün olmadığını ifade eder. Bunun üzerine o berat eder. Ali ise, isyanın dini kurtarmak, Kürdistan’ı kurmak olduğunu söyler. Savcı Süreyya Bey, Madenli Kadri’nin ve Piranlı Molla Şeyh Mehmet’in davalarının Şeyh Sait davasıyla birleştirilmesini talep eder.
Kadri Bey, 1909 yılında mebusluk yaptığını, tehcirle alakalı bulunduğundan yeni kurulan Meclis’e katılmadığını, Yunanlılarla harp başladığı zaman Şeyh Said’e mektup yazdığını, Şeyh Abdurrahim’in kendisine mektup yazıp vali yapmak istediğini, kabul ettiğini söyler. Şeyh Said de bunu doğrular, onun dindar ve güzel bir insan olduğunu belirtir. Genç valisi İsmail Hakkı Bey’in sorgusunda o, 17 yıl Babıali’ye hizmet ettiğini, meşrutiyette tahrirat kalemi memuru olduğunu, sonra Ertuğrul mutasarrıflığına gönderildiğini, üç yıl açıkta kaldığını, kaymakam olduğunu, üç yıl yine açıkta kaldığını, sonra Genç valisi olarak atandığını belirtir, isyandan haberdar olmadığını, Muallim Mehmet Zeki ve Hamdi Beylerin ihbarda bulunduklarını, ancak bu kişiler Ankara’ya bir suikasttan bahsettiklerini, Dahiliye vekaletinden bir telgraf aldığını, telgrafta kendisinden bilgi istendiğini, tahkikat yaptırdığını, Çobakçor kaymakamından sorduğunu, onun şahsi bir şüpheden başka bir şey olmadığını söylediğini, buna rağmen bir jandarma kumandanına tahkikat yaptırdığını, evrakı mahkemeye gönderdiğini, Muallim Zeki’nin tutuklandığını, sonra asiler tarafından öldürüldüğünü belirtir. Hamdi Bey’in ihbarı da sorulunca, söz konusu tahkikatı onun için de yaptırdığını, Hamdi Bey’in ihbarında nahiye müdürünün Şeyh Said’le yaptığının, İngilizlere hizmet etmek için çalıştıklarının yazıldığını, ancak soruşturma sonunda onun yeniden mebus olmadığı için bu tür bir ihbarı yapmış olabileceği ihtimalinin bulunduğunun anlaşıldığını, Mehmet Zeki Bey gelince ifade vermekten çekinmekte olduğunun görüldüğünü söyler. Mahkeme reisi ona, isyan olayında ihbarın öneminin büyük olduğunu, ihbarın doğruluğunun anlaşılmasının için illa isyanın çıkmasının gerek olmadığını belirtmesi üzerine İsmail Hakkı Bey susar ve cevap vermez. Bunun üzerine mahkeme reisi, Şeyh Said’in Darahani’ye gelmesiyle bunun dikkatini çekip çekmediğini sorar. İsmail Hakkı Bey, onun geldiğinde beraberinde 18 kişi bulunduğunu, Darahani’yi işgal etmek için gelmediğini belirtir. Hasan Fehmi’nin sorgusunda o, isyan nedenini bilmediğini, Şeyh Said’in 40 gün önce Çobakçor’a gelip Elazığ tarafına gittiğini, meseleden arada bahsederek gayesinin şeriat olduğunu söylediğini açıklar, Muallim Mehmet Zeki’nin ihbarının mahiyetini bilmediğini, ancak beylerle ağalar arasında bir anlaşmazlık nedeni bulunduğunu işittiğini, sonra muallimin tutuklanıp hapishanede öldürüldüğünü, isyanın basit bir şeyden kaynaklanmadığını, aylardan beri hazırlanıldığını, Şeyh Said’in köy köy gezerek propaganda yaptığını, isyancıların ilkin Darahani ve Lice’yi almayı düşündüklerini, Ömer Ağa, hacı sadık ve kendisinin Şeyh Said’in müşaviri bulunduklarını, onunla görüştükten sonra cepheyi tuttuklarını, Mustafa Bey tarafından Hani işgal edildiğinde Şeyh Said’in yakında bir köyde olduğunu, sonra Lice’ye geldiklerini, Diyarbakır’a hücum etmenin burada kararlaştırıldığını, Şeyh Said’in bunun üzerine Diyarbakır’a hücum ettiğini ifade eder.
11 Mayıs 1925’te yakalanan Şeyh Şemsettin’in sorgusuna geçilir. O, Şeyh Yusuf’un oğlu olduğunu, Silvanlı ve Nakşibendi tarikatı mensubu bulunduğunu, ayaklanmaya katılmadığını, ancak kaymakamın sözüyle hakla vaaz verdiğini, asiler tarafından tehdit edildiğini, bu nedenle dağa kaçtığını, iki tekkesinin olduğunu, okuma yazma bilmediğini, Türkçe de bilmediğini söyler. Ona müritlerinin huzuruna geldiğinde, “Ya şeyh, kaldır peçeni de mübarek yüzünü görelim” dedikleri hatırlatılınca, bunu inkar eder. Duruşma 27 Haziran’a ertelenir.[122]
Vakit gazetesi muhabiri Naşit Hakkı, Şeyh Said’le hücresinde görüşür. Şeyh Said ona,  bu işin başında bulunmuş isem Kürtlerin azgınlığı nedeniyle bulundum. Dedem muhterem biriydi. Etrafımda toplandılar. Durum bu oldu. Şimdi ne dersin Naşit Bey, der. Muhabir Hakkı Naşit Bey’e göre de Şeyh Said, idam edilmeyeceğinden, serbest bırakılacağından ümitlidir.[123]

c)      İdam kararı:

27 Haziran 1925’te mahkeme, Savcı Süreyya Bey’in 53 sanık hakkındaki karar iddianamesiyle başlamış, o bu iddianamede, Şeyh Abdullah, Varto kasabasının işgaline memur edilmiş, hareket-i isyaniyenin başına geçmiş, Varto’da bir müddet hükümdarlık etmiştir. Süren muhakeme esnasında kendi ifadesi ile teyittir. Şeyh Şerif, Elazığ cephesi kumandanlığını deruhde etmiştir. Kendisi kumandan olduğunu inkâr etmişse de kendisine bu unvanla yazılan mektuplar ve cevabında bu imzayı kullanan birçok mektupları vardır. Fakih Hasan, Darahani inzibat memurluğunu yapmıştır. Kendisi inzibat kumandanlığını bazı memuriyete iyilik için yaptığını söylemiş ise de bu iddia unvanını istirham edemez. Hacı Sadık Bey, uzun sakalına ve ilerlemiş yaşına rağmen bu isyanda Şeyh Sait kadar çalışmış bir şahıstır. Hanili Şeyh İbrahim, Çobakçorda idare-i umumiyeyi derahde etmiş bir şahsiyettir. Davadan anlaşılacağı gibi asat sergerdeleri en ziyade Çan mıntıkasına ithaf ehemmiyet etmişlerdir. Şeyh Ali, Şeyh Celal ve Hasan hareket-i isyaniyeye aynen ve müştereken çalışmışlardır. Şeyh Ali Kığı, Şeyh Celal ve Şeyh Hasan Harput cephesinde çalışmıştır.
Hanili Mustafa ve Salih Beyler asat ve sergerdelerden olup birçok müsademelerde bulunmuşlardır. Hanili Salih kırılan bacağına rağmen teslim olmayarak tutsak edilmiş bir asidir. Bunlardan başka Yusuf, ettiği isyanın ehemmiyetini saklamadan tahkikata çalışmış, Madenli Kadri, asatın inzibat memurluğunu yaptığını itiraf etmekle beraber Fakih Hasan gibi hizmet için yaptığını söylemiştir. Cizreli Şeyh İsmail ile biraderi Abdullatif, Diyarbakır üzerine derbeder bir kuvvetle hareket yapan rüesa-i asttandır. Diyarbakır’a hücumdan evvel Şeyh Sait’e giderek ‘Ma-dun eşhası iğfal et.’ diyerek Diyarbakır’a daha büyük bir kuvvetle hücum etmek üzere halkı kandırmak için şahsen çalışmışlardır. Molla Emin Şeyh Abdullah’ın mürididir. Şeyh Abdullah ne yapmışsa ne düşünmüşse o da aynı şeyi yaptığını ve harekete iştirak ettiğini itiraf etmiştir. Tahrikte ve isyan devresinde çok çalışmıştır. Bütün asilerce malum olduğu cihetle isyanın tertip edenlerden biri bu adamdır.
Molla Emin Şeyh Abdullah’ın mürididir. Şeyh Abdullah ne yapmışsa ne düşünmüşse o da aynı şeyi yaptığını ve harekete iştirak ettiğini itiraf etmiştir. Tahrikte ve isyan devresinde çok çalışmıştır. Bütün asilerce malum olduğu cihetle isyanın tertip edenlerden biri bu adamdır.
Hacı Halit Bey, Şeyh Abdullah ile beraber Varto asilerindendir. Bir askerle firar ederken yakalanmıştır. Ali Bardak isyan rüesasından Şeyh Şerif’le Elaziz’e gitmiş bir at getirmiştir. Mülazım Ferit meda-i umumiyesi Abdülhamit Efendi, memur olduğu halkın emniyet mal ve hayatını temine mecbur bir memur olduğu halde asatı hanelerine misafir etmek ve muhtaç oldukları istirahatı temin etmekle harekette bulunmuştur. Jandarma Mehmet Fahri ve Ali Avni Efendiler zabit oldukları halde, vatan ve millet aleyhine kıyam edenlerin hizmetlerini ve paralarını kabul eden iki şahıstır. Kaymakam Hüseyin Hilmi, Şeyh Sait’in oğlu Ali Rıza’yı kasabaya davet eden, oranın vaziyet-i sevki elçiyesini ifşa eden bir şahıstır. Hâkim Ali Rıza Efendi aslen Bağdatlı’dır. Şeyh Sait’in hareket vakasını hareketin mahiyetinde göstererek takdir etmiş, ‘Kendisinden muvaffakiyet memuldur.’ gibi sözler sevk ederek tahrik suretiyle hareket-i isyaniye de zimdihaldir. Genç Valisi İsmail Hakkı hakkında malum iddia isyanı tasvip edecek bir harekette bulunduğunu sart edememekle beraber birçok ihbarata rağmen vazife-i memuriyetini suiistimal etmiş bir memurdurdemiş,[124] sanıklara savunmalarını yapmaları için tek tek söz vermiş, savunma bittikten sonra, mahkeme 28 Haziran’a ertelenmiş, o gün geldiğinde yine sanıklara tek tek söz verilmiş, 6 zilhicce 1343 tarih, 341/69 numaralı karar gereği:
Yapılan muhakemelerden ve incelemelerden tekke ve zaviyelerin birer kötülük ve fesat ocağı oldukları ve bu tekkelerle zaviyelerde şeyhlerin kendilerini Allah süsü vererek halkı kendilerine taptırmak gibi dinin kabul edemeyeceği fiiller eşledikleri, Mahkeme huzurundaki ifadelerinden anlaşılması dolayısıyla, Şark İstiklal Mahkemesi yargı çevresi içindeki bütün tekkelerin zaviyelerin kapatılmasına karar verilmiştir.”[125]
İdamına karar verilenler:
Şeyh Said; Varto olaylarından Melikanlı Şeyh Abdullah, Tokliyanlı Halit oğlu Kamil Bey, kardeşi Baba Molla, Şeyh Musa oğlu Şeyh Ali, Bolikanlı Hacı Halit, Diyadinli Timur Ağa, Muşlu Mehmet, Süleyman Bey, Bahri Bey, Kargapazarlı Halil oğlu Mehmet; Eski Milis kaymakamı Şeyh Şerif, İnzibat komutanı ve Geri hizmetler amiri Fakih Hasan Fehmi, Valirli Hacı Sadık Bey, Çanlı Şeyh İbrahim, Harput cephesi komutanlarından Şeyh Ali ve Şeyh Celal, Şeyh Hasan, Garipli İzzet Bey oğlu Mehmet Bey, Hanili Mustafa Bey ve Salih Bey, Çanlı Şeyh Abdullah ve Şeyh Ömer, Hanili Şeyh Adem, Madenli Kadri Bey, Piranlı Molla Mahmut, Silvanlı Şeyh Şemsettin, Termil köylü Şeyh İsmail ve Şeyh Abdüllatif, Balikanlı Molla Emin, Arap Abdi, Şinikli Hasan oğlu Süleyman, Muallim Musyanlı Molla Cemil, Az aşireti reisi Demirci Ömer oğlu Süleyman, Şerif oğlu Süleyman, Fakih Hasan’ın katibi Tahir, Hanili Salih Bey oğlu Hasan, Hanili Mustafa Bey ve oğlu Mahmut Bey, Hınıslı Kamil Beyoğlu Abdüllatif, Zorabadlı Şeyh Cemil, Çapakçurlu Süleyman oğlu Yusuf, Yamaçlı Ali Badan, Kargapazarlı Halit, Nadiroğlu Halit, Mehmet oğlu Tahir, Nahiye Müdürü Tayyip Ali, Çapakçur kaymakamı Hüseyin Hilmi, Yusuf oğlu Çerkez Jandarma Hamit ve Salih oğlu Hasan, tam 49 kişi.
Kaymakam Hüseyin Hilmi’nin cezası Konya’da 15 yıl sürgüne, Salih Beyoğlu Hasan’in cezası da  15 yaş civarında bulunduğundan 10 yıl hapse çevrilir.[126] Geri kalan 47 kişi 28 Haziran’ı 29 Haziran’a bağlayan gece idam edilirler.
Şeyh Said, idamından önce Savcı Ahmet Süreyya Bey’i vasi tayin ederek vasiyetnamesini yazmış, beş kızım, beş oğlum bulunmakta demiş, isimlerini birer birer saymış, gazetecilerin uzattığı sigarayı içmiş, defterine Arapça olarak, Asılmana üzülme, zira Allah ve din uğrunadır bu, diyerek yazmıştı.[127]
Cemil Paşazade Ekrem; Malazgirt savcısı Abdülmecit, Teğmen Mehmet Mihri, Yüzbaşı Ali Avni 10 yıllık kürek cezasına, Hanili Mustafa, işlediği suç sırasında 13 yaşını doldurmadığından 3 yıl küreğe, Genç valisi İsmail Hakkı Bey, Hopa’da bir yıl hapse, Çapakçur hakimi Bağdatlı Rıza’nın sınır dışı edilmesine, Binbaşı Kasım Bey, Kargapazarlı Reşit, Halk Fırkası Başkanı Rüşdü Efendi dahil 19 kişinin beratine; Cemilpaşazade Ömer ve Kadri Bey dahil 6 kişinin adem-i mesuliyetlerine karar verilmiştir.[128]
Mahkeme safhasınca sıkı sık Emekli Binbaşı Kasım Bey’in ifadesine başvurulmuş, Kasım Bey her sözü aldığında çok uzun ifadeler vermiş, yine bir uzun ifadesinde Bedirhanlı Abdürrazzak, Seyit Abdülkadir, Eski mebus Yusuf Ziya, Cibranlı Halit, Hoca Rauf ve Müfit Beylerle münasebet kurduğunu, onların Kürtçülük ve Kürdistan çalışmalarını deşifre ettiğini, geçen yıl Gazi’nin Erzurum’a geldiğinde ona bir bir anlatıp tedbir almasını söylediğini, ancak Şeyh Said’in perşembeyi çarşambadan önce getirdiğini, isyanın İngiliz parasıyla finanse edildiğini düşündüğünü[129] söylemiş, ayaklanmanın din amacının görünürde olduğunu, aslında istiklal istediklerini, Şeyh Said’in Yusuf Ziya’ya görüşmesi dolayısı ile Divanı Harbe çağırıldığını, asılmaktan korktuğu için diklendiğini, bu nedenle köyünden çıktığını, Çan şeyhleriyle görüşme yaptığını, daha başkaları ile temas kurduğunu ve Piran’a geldiğini[130] belirtmişti.

Sonuç

Araştırmamıza göre, ayaklanmanın çıkış tarihi 14 Şubat 1925, Hazırlık safhası Eski Bitlis mebusu Yusuf Ziya’nın Ekim 1924’te tutuklanmasından sonra Cibranlı Halit’in 20 Aralık 1924’te gözaltına alınmasından itibaren. Şeyh Said’in Azadi üyesi olan bunlarla yakınlığı var. Arada sırada görüşüyorlar. Söz konusu görüşmeler aralarındaki akrabalık ilişkilerinden de kaynaklanabilir. İsyan olayının önemli muhbir şahsiyetlerinden Binbaşı Kasım Bey, Cibranlı Halit’in kayınbiraderi, Şeyh Said’in de bacanağı. Aradaki koordineyi bu kişi sağlıyor.
Musul problemi Lozan Antlaşması’nda sonraya bırakılmış, 19 Mayıs 1924’te İstanbul’da başlayan görüşmelerde mesele halledilememiş, Milletler Cemiyeti’ne havale edilmişti. Kürtler bundan çok rahatsız olmuş, hükümeti tenkit etmeye başlamışlardı. Yusuf Ziya ve Cibranlı Halit de Gizli Azadi Cemiyeti’nin kurucusu ve yöneticisi olmaları nedeniyle tutuklanmıştılar. Onların tutuklanmasında Hormek aşiretinin rolü bulunduğu söylenir. Ancak bu işi yaptıran, mahkeme ifadelerinden anlaşılacağı üzere Kasım Bey’dir. Çünkü o, ben deprem nedeniyle Erzurum’a gelen Mustafa Kemal’le görüşüp durumu anlattım, ona nasıl tedbir alacağı konusunda da akıl verdim diyor.
Kasım Bey de Cibranlı, yani Kürt. Hormet Aşireti Alevi ve Zaza. Bunlar Haberiniz.com’da, 6 Aralık 2010’da Mehmet Şerif Fırat’ın torunu, Atila Fırat’ın oğlu Mehmet Şerif Fırat’ın yazısına göre Kürt değil, Türkmen. Zaten Kürtlerden Alevi pek çıkmaz, onlar Şafii’dirler. Zazaların Şafii ve Sünni kesimleri de vardır. Ancak biz Şeyh Said’in kendisini Sünni olarak gördüğünü söyleyebiliriz.
Aşiretler arası çekişme her zaman vardır. Bir aşiret diğer aşireti her zaman suçlar. Hele ki arada Sünnilik ve Alevilik gibi önemli bir fark var ise, bu durum daha çok ağır basar. Eğer Hormek aşireti Yusuf Ziya ve Cibranlı Halit hakkında Mustafa Kemal’e bir bilgi vermiş ise, onun buna dikkat etmesi gerekirdi. Biz Kasım’ın Hormet aşiretine mensup olduğunu sanmıyoruz. Onun Kürt asıllı ve Cibran aşiretine mensup olduğu söyleniyor. Bunu yazımızda belirtmiştik.
Yusuf Ziya’nın tutuklanması nedenlerinden birinin Azadi Cemiyeti’ne mensup ve Nasturi isyanını bastırmakla görevli olanlardan 250 kadar askerin onun gönderdiği şifreyi yanlış anlayıp, Nasturi tarafına geçmeleri olduğu[131] söylenir, peşinden de bunun bir yanlış anlamaktan kaynaklandığı,[132] bir daha da düzeltilemediği de belirtilir.
Denildiğine, bilhassa Binbaşı Kasım’ın ifadelerine göre, Şeyh Said Divanı Harbe çağırılmış. Ancak böyle bir bilgi başka yerde yok. Onda Divanı Harbe çağrılacağı korkusu var deniliyor, zaten kendi ifadesinden de bu anlaşılıyor. Binbaşı Kasım, olayın içine olmayan çok şeyi katıyor. Tutarsız bir şekilde de yalan söylüyor.
Binbaşı Kasım “Ben olaya Varto’da dahil oldum” dese de, olayın baştan beri içinde, her şeyden haberi var. Hatta o Cibranlı Halit başkanlığındaki Azadi Cemiyeti’nin bir üyesi. Örgütün Yusuf Ziya’dan başka, İhsan Nuri, Yusuf Ziya’nın kardeşi Teğmen Rıza, Vanlı Rasim ve Tevfik Cemal’den oluşan asker kökenli üyeleri de var.[133] Nasturi isyanını bastırmakla görevli olan bunlar Şırnak'tan Beytüşşebap'a nakledilen 18. Piyade Alayı'na bağlı birliklere komuta etmekteydiler. Yusuf Ziya’dan gelen telgrafı aldıkları 3/4 Eylül 1924'de Beytüşşebap İsyanı’nı başlatmışlar, Ali Rıza yakalanmış, Hurşit Türkiye’den Zaho'ya kaçmış, İhsan Nuri ve arkadaşları Suriye’ye, Fransızlara sığınmışlardır. İngilizler devreye soktukları Kadiri Sıddık Paşa vasıtasıyla İhsan Nuri'yi kendi taraflarına çekmek istemişler ama o,Ben Kürdistan'ın bağımsızlığı için mücadele vermek istiyorum. Irak Ordusu'nda yer alarak İngilizlerin kucağına girmek için değil” demiştir[134] ki, bu durum da bize gösteriyor ki, olayın Nasturi İsyanı’nın desteklemek ve İngilizlerin emellerine hizmet etme gibi bir durumu yok. Daha doğrusu Binbaşı Kasım Mustafa Kemal dahil, devlet görevlilerine yanlış ve saptırıcı bilgiler vermektedir. Kim bilir belki de Yusuf Ziya’dan gelen telgrafın yanlış anlaşılmasında onun rolü vardır. Hatta Azadi Cemiyeti’nin gizliliği bile kalmamış. Çünkü yapılan her şeyden devletin haberi var.
Deli Halit Paşa lakabıyla tanınacak olan Halit Bey’in İhsan Nuri'yi kendi mahiyetine istediği, ancak Kazım Karabekir onun bu teklifini onaylamadığı[135] söylenir. Demek ki Deli Halit Paşa’yla İhsan Nuri arasında bir münasebet vardır. Daha doğrusu buradan biz İhsan Nuri’nin Deli Halit Paşa’yı sevdiğini ve takdir ettiğini söyleyebiliriz. Bu da bize Şeyh Said Ayaklanması’nın neden 14 Şubat 1925’te, yani 9 Şubat’ta TBMM’de vurulan Deli Halit Paşa’nın öldüğü gün meydana geldiğine az buçuk açıklık getirir. Yani İsyanın başlamasının nedenlerinden biri de Deli Halit Paşa’nın TBMM’de öldürülmesi, onun katili olarak bir kişinin bile tutuklanmamasıdır. Bir diğer neden de Suriye’ye kaçan İhsan Nuri’nin İkinci Abdülhamit’in oğlu Mehmet Selim Efendi’yle Beyrut’ta temasa geçip, onu Halep’e getirmesi, herhangi bir sebeple ayaklanma başarıya ulaşır ise Osmanlı tahtına onun geçirilmek istenmesidir. Kürtçülük talebi ise ancak bir eyalet düzeyinde olabilir. Ancak bütün bunlara rağmen, isyanın çıkış noktası dinidir ve şeriatın yeniden uygulanmak istenmesinden kaynaklanmaktadır.
Bir isyan vuku bulmuştur. Vuku bulan her isyanda bu isyanı yapanlar, eğer başarı sağlayamazlar ve devlet güçleri eline düşerlerse idam edilirler. Osmanlıda Abaza Mehmet Paşa ve Katırcıoğlu Mehmet Paşa gibi isyan liderleri affedilmiş, devlet hizmetine alınmışlardır ama, bu istisnai durumdur. Şeyh Said ve adamlarının idamları bir adaletin tecellisidir. Bu yönüyle mahkeme eleştirilemez. Ancak isyanda rol alan kişiler, bilhassa Şeyhin damadı Şeyh Abdullah ve Şeyh Şerif gibi kimseler sorguları ve yargılanmalarında normal bir biçimde dik duramamış, isyandaki konumlarını gizlemeye çalışmışlar, hatta bu nedenle yalan bile söylemişlerdir. Oysa bunlar isyanın Şeyh Sait’ten sonra gelen en önemli kişileri, hatta kumandanlarıdır. Ancak Şeyh Said sorgusunda ve yargılamasında ne biliyor ise onu anlatmıştır. Gizlediği yönler olabilir mi? Olması mümkündür ama, kendisine ne sorulmuş ise ona doğru olarak cevap vermiştir, ifadelerinden bunu anlıyoruz. Ona oğlunun Halep'e ve İstanbul'a ne için gittiği sorulmuş, o da bunun cevabını ticaret yapmak için diyerek vermiştir. Yalan değil ki... Ali Rıza tüccardan İstanbul'dan parası ödenmek üzere poliçe almış. Ona Şehzade Selim sorulmamış ki... Sorulsa doğrusunu söyleyecek miydi? Zannetmem. Şeyh Said'in Kürtçülük yapmadığı, Kürdistan’ın kurulmasına da taraftar olmadığı doğrudur.
Eğer Şeyh Said, bu isyanı İngilizlerin isteği ve desteğiyle yapmış olsa idi, 7/8 Mart 1925 Diyarbakır saldırısından, hatta 11 Mart’ta Kürtlerin itirazları nedeniyle ikinci Diyarbakır salıdrısını erteleyip Kürtlerin tamamını memleketlerine göndermesinden sonra adamlarıyla birlikte güneye sarkar, Musul’a giderek, İngilizlere sığınabilirlerdi. Çünkü bir başka ülkenin desteğiyle gerçekleştirilen isyanlarda durum hep böyle olmuştur, teşvik eden ülkeye isyancılar kurtulduklarında sığınmışlardır. Mantık bunu gerektirir, başka türlü de düşünülemez. Nasıl ki Beytüşşebap isyanında İhsan Nuri, eğer Nasturilere destek kabilinden isyan etmiş olsalardı, çünkü çatışmadan sonra bir yanlış anlamayla harekete geçtiklerini fark etmiş, bu nedenle Irak’a, İngilizlere değil de, Suriye’ye, Fransızlara adamlarıyla birlikte sığınmıştır. Çünkü arkadaşları içinde Irak tarafına geçen yoktur. Hurşit Bey onlarla birlikte gelmemiş, İran’a sığınmıştır. Irak'a, yani İngilizlere bir kişi bile sığınmamış. Bunu devlet neden göz önünde bulundurmamış.
Şeyh Said tarafından Urfa’daki Milli aşiret reisi Halil Bey’e gönderilen mektupta; “…kadınlık mesturunu kaldırmış, zinayı ve içki içilmesini, kadınların yabancılarla dans yapmasını mübah kılmış, bu gibi fuhşiyata mahsus, mesela dans salonu, tiyatro, sinema, bar ve umumhane gibi geniş binalar inşa etmişler…” deniyor. Hatta Şeyh Said’in yayınladığı söylenen beyananmede bile “Şimdiki hükümet mütemadiyen dinsizlik neşretmektedir. Kadınlar çıplaktır…” deniyor. İsyan çıktığı zaman daha Kılık kıyafet inkılabı yapılmamıştı. Mustafa Kemal’in hanımı Latife Hanımefendi bile o sırada çarşaflıydı. Peki bu ibareler sonradan Şeyh Said’e mal edilmiş olmaz mı? 1925 yılında, isyan sırasında bu ibareler gazetelerde yayınlanmış mıydı? Ya da mahkemede okunmuş muydu?
Zazalar Türkmen midir, orasını bilmeyiz, ama Zazalar içinde “biz Horasan’dan geldik, Türkmeniz” diyenler var; bunlar da az değil. Hatta Zazalar Türkmenlerin piri Saru Saltuk’u ve oğullarını günümüzde bile unutmamışlar, halen türbesini ziyaret ederler. Yani Türkmen kültürü Zazalara oldukça sirayet etmiş. Onları Türkmenlerden ayırmak çok zor. Ancak Zazaların Kürt olmadığı çok iyi bilinmektedir. Zazalar Arap da değil.
Mahkeme üyesi Ali Saip, Fransızların Adana'yı işgalinde, Kozan Jandarma kumandanıdır ve bir yıl süreyle Fransızlara bilfiil hizmet etmiş, bu süre boyunca Milli mücadelecilere karşı çıkmış, hatta Kürt Mirza emrinde Kürtlerden oluşan bir müfreze birliği kurdurarak onları takip ettirmiş biridir. Kürt Mirza'nın Kozan bölgesinde pekçok Türk köyünü basıp, Türk köylülerine işkence yaptığı çok iyi bilinmektedir. Onun Kozan'a yakalayıp getirdiği Hamza adlı bir Türk köylüsünü Yüzbaşı Ali Saip hükümet konağı önünde bizzat yargısız infaz etmiştir. Hatta onun bir Türk köylüsünü de aynı biçimde hükümet konağı önünde bizzat tabancayla vurarak öldürdüğü söylenir. Böyle biri Urfa'ya tayin edildikten sonra her nasılsa Urfa Müdafaai Hukuk Cemiyeti'nin başına geçip, Urfa'nın Fransız işgalinden kurtulmasından sonra, soluğu Ankara'da, TBMM'de alması enteresandır. Ayrıca Ali Saib'in Urfa'yı 10/11 Nisan gecesi terkeden Fransız 100 askere yolda pusu kurulup suçsuz yere ve vahşice öldürülmelerinde de rolü bulunmaktadır. Çünkü Mülazımıevvel Halil Nuri Bey bu olayla ilgili düzenlediği raporu ona vermiştir. Urfa'daki Cemiyeti'n başkanı o gelmeden önce Binbaşı Ali Rıza Bey'di. Bu kişi tutuklandıktan sonra bir yolunu bulup Siverek'e kaçmıştı. Aynı durum Yüzbaşı Ali saib'in de başına gelecek, ama ne hikmetse o Cemiyet başkanlığını devam ettirecektir. Peki, Binbaşı Ali Rıza neden devam ettirmemiş? İşin içinde bir şeyler var. Dahası, Ali Saib'in Gizik Duran'a müthiş kini var. Gizik Duran, üç Ermeninin kendisini vurmak istemesiyle karakola gidip şikayet ediyor, ama bir görevli bile ilgilenmiyor, acaba neden? Onlara Ali Saip emir vermiş olabilir mi? Nasıl olsa o sırada Konya İstiklal Mahkemesi başkanıydı. Ve bir hayat böylece karardı. Üç Ermeniyi öldüren Milli mücadele kahramanı Gizik Duran yeniden dağ çıkmak ve eşkıya olmak zorunda kaldı, o 1929 yılında kurşunlanıp öldürülene kadar.




[1] Şeyh Said -Vikipedi
[2] Şeyh Said’in Yargılanması ve Mehkeme İfadesi, 29 Nisan 2010,; http://www.sehidler.com/sehit/sehidler/turkiye-sehidleri/sehid-seyh-saidin-hayati-sehid-seyh-said-isyani-kiyami.html
[3] İbnü’zzaman, Mevlana Halidi ve Bediüzzaman; http://www.nurforum.org/forum/kadiri-tarikati/mevlana-halid-i-bagdadi-ve-bediuzzaman/
[4] Şeyh Said’in Yargılanması ve Mehkeme İfadesi, a.g.y.
[5] Murat Deniz, Türk Basınında Şeyh Sait İsyanı, Yüksek Lisans Tezi, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, Elazığ 2007, s. 15
[6] Şeyh Said’in Yargılanması ve Mehkeme İfadesi, a.g.y.,
[7] Murat Deniz, a.g.t., s. 15
[8] Şeyh Said’in Yargılanması ve Mehkeme İfadesi, a.g.y.,
[9] Murat Deniz, a.g.t., s. 15
[10] Hakan Kutlu, Şark İstiklal Mahkemesi’nde 1925-1927 döneminde Takrir-i Sükun Kanununun Uygulanması, Yüksek Lisans Tezi,  T.C. İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Türkiye Cumhuriyeti tarihi Bilim dalı, Malatya 2007, s. 70
[11] Hakan Kutlu, a.g.t., s. 72-73
[12] Hakan Kutlu, a.g.t., s. 69
[13] Işıl Turan, Komitern Belgelerinde Şeyh Sait İsyanı ve Ankara’daki Kabine Değişikliği, Yakın Dönem Türkiye Araştırmaları, İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, Sayı 11, İstanbul 2007, s. 185
[14] Hakan Kutlu, a.g.t., s. 71-72
[15] Hakan Kutlu, a.g.t., s. 73-74
[16] İbrahim Sediyani, Şeyh Sait Sohbeti 6, 14/12/2012, Saat: 21,46. Ufkumuz.com. http://www.ufkumuz.com/21463_Seyh-Said-Sohbeti-%E2%80%93-6.html
[17] İbrahim Sediyani, a.g.r.,
[18] Hakan Kutlu, a.g.t., s. 74-75
[19] Metin Toker, Şeyh Sait ve Isyanı, Akis Yayınları, Ankara 1968, sayfa 21.
[20] Dr. Nahit Yüksel, Cumhuriyet’in İlk Bütçesi: Çoşku, Gurur ve Kaygı, Maliye Dergisi, Sayı 159,  Maliye Bakanlığı Yayınları, Ankara, Aralık 2010, s. 307
[21] Nahit Yüksel, a.g.m., s. 309
[22] Nahit Yüksel, a.g.m., s. 307
[23] H.Şelıc, Zaza Gerçeği, Dicle-Fırat Yayınları, Münih 1988, s. 36.
[24] Mehmet Şerif Fırat, Doğu Illeri ve Varto Tarihi, TKAE Yayını, Ankara 1981, s. 181
[25] Cihad-Kar, 80. Yılında Şeyh sait Ayaklanması ve Gerçekleri-1, http://zazaki.de
[26] İbrahim Sediyani, a.g.r.,
[27] M.Şerif Fırat. a.g.e., s. 180.
[28] Hakan Kutlu, a.g.t., s.. 92
[29] İbrahim Sediyani, a.g.r.,
[30] Murat Deniz, a.g.t., s. 23
[31] Murat Deniz, a.g.t., s. 23
[32] Murat Deniz, a.g.t., s. 2-3
[33] Hakan Kutlu, a.g.t., s.. 84
[34] Murat Deniz, a.g.t., s. 4
[35] Hakan Kutlu, a.g.t., s. 83
[36] Murat Deniz, a.g.t., s. 27
[37] Murat Deniz, a.g.t., s. 25
[38] Murat Deniz, a.g.t., s. 32
[39] Murat Deniz, a.g.t., s. 26-27
[40] Murat Deniz, a.g.t., s. 27
[41] Murat Deniz, a.g.t., s. 27-28
[42] Murat Deniz, a.g.t., s. 28-29
[43] Murat Deniz, a.g.t., s. 28
[44] Hakan Kutlu, a.g.t., s. 80
[45] Murat Deniz, a.g.t., s. 29
[46] Murat Deniz, a.g.t., s. 30
[47] Hakan Kutlu, a.g.t., s. 80
[48] Murat Deniz, a.g.t., s. 29
[49] Murat Deniz, a.g.t., s. 30
[50] Murat Deniz, a.g.t., s. 33
[51] Hakan Kutlu, a.g.t., s. 84-92
[52] Murat Deniz, a.g.t., s. 44-45
[53] Murat Deniz, a.g.t., s. 41
[54] Murat Deniz, a.g.t., s. 41
[57] Hakan Kutlu, a.g.t., s. 46
[58] Murat Deniz, a.g.t, s. 34-36
[59] Murat Deniz, a.g.t., 36
[60] Murat Deniz, a.g.e., s. 39
[61] Cumhuriyet Tarihi, Şeyh Sait Ayaklanması, http://www.akintarih.com/turktarihi/cumhuriyetdonemi/seyhsait.htm; Şeyh Said İsyanı –Vikipedi-
[62] Hakan Kutlu, a.g.t., s. 81-82
[63] Murat Deniz, a.g.e., s. 53
[64] Murat Deniz, a.g.e., s. 54
[65] Ali Fuat Cebesoy, Siyasi Hatıralar (Büyük Saferden Lozan’a, Lozan’dan Cumhuriyete), Cilt 1-2, Temel Yayınları/157, s. 553-554
[66] Murat Deniz, a.g.e., s. 54
[67] Ali Fuat Cebesoy, a.g.e., s. 554
[68] Murat Deniz, a.g.e., s. 54-55
[69] Ali Fuat Cebesoy, a.g.e., s. 554
[70] Murat Deniz, a.g.e., s. 55-56
[71] Ali Fuat Cebesoy, a.g.e., s. 554
[72] Murat Deniz, a.g.e., s. 56
[73] Murat Deniz, a.g.e., s. 56
[74] Ali Fuat Cebesoy, a.g.e., s. 555
[75] Murat Deniz, a.g.e., s. 56-57
[76] Fahrettin Öztoprak, Oğuzların İsyanı ve Babai Türkmenler, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları/261, İstanbul 2010, s. 22-31
[77] Fahrettin Öztoprak, Babailer, Balkan Türkleri ve Şeyh Bedrettin, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları/243, İstanbul 2009, s. 219
[78] Osmanlıda Kürdistan eyaleti yoktur, hiçbir zaman da olmamıştır, Diyarbakır eyaleti vardır.  Arap olan ve Bazoğulları diye adlandırılan Mervaniler X. Yüzyıl’ın son çeyreğinde Diyarbakır’ı ele geçirdiler. Tuğrul Bey, bu şehri 1045 yılında Anasıoğlu ve Buka Bey idaresindeki Oğuzlara ikta olarak verdi (Senem Özdoğan, Orta Asya’dan Diyarbakır ve Çevresine Göçler, Yüksek Lisans Tezi, TC Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim dalı, Kahramanmaraş 2007, s. 23-24). Buveyhoğulları 1047 yılında şehri ele geçirip yeniden Mervanilere verdiler (Prof. Dr. Mükremin Halil Yinanç, Türkiye Tarihi (Birinci Kitap), İstanbul Üniversitesi Yayınları No. 240. Edebiyat Fakültesi Tarih Zümresi Neşriyatı, İstanbul 1944, s. 43-44) . 1085 yılında şehre Selçuklular hakim oldu. Şehir 1232 yılına kadar Türkler tarafından idare edildi. 1232 yılında Eyyubiler şehre hakim oldular. 1240 yılında şehir Anadolu Selçukluları’nın eline geçti. Şehri 1302-1394 yılları arasında İlhanlılar yönetti. Yedi yıl Timur elinde kaldı. 1401-1507 yılları arasında şehre Akkoyunlu Türkmenler hakim oldu. 1507 yılında Safeviler eline geçti. 1515’te şehre Osmanlılar hakim oldu (Diyarbakir Tarihi ve Genel Bilgileri http://www.i-gunler.com/Diyarbakir/Sehir-Tarihi/21). Diyarbakır Tarih boyunca bir an bile Kürtlerin hakimiyetine girmedi.
[79] Birileri TBMM’de Gizli Celseyle Kürdistan’a özgürlük verildi diyerek 10 Şubat 1922  tarihli bir Meclis oturumundan bahsediyorlar. Oysa, “9 Şubat 1922 tarihli oturum ‘Yüz Elli Yedinci İnikat’, 11 Şubat 1922 tarihli oturum ‘Yüz Elli Sekizinci İnikat’ diye numaralandırılmış.” Arada herhangi bir boşluk yok. Bunlar da günümüzde yayınlanmış. Yani işin gizlisi mizlisi kalmamış. Ayşe Hür, 1922’de Kürtlere söz verildi mi? Radikal, 23/01/2013, Türkiye; Kürtlere söz verildi mi?
[80] Fahrettin Öztoprak, Babailer, Balkan Türkleri ve Şeyh Bedrettin, Genişletilmiş İkinci Baskı, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları/245, İstanbul 2010, s. 349
[81] Bülent Taşpınar, Hakimiyet-i Milliye Gazetesinde Şeyh sait Ayaklanması, Yüksek Lisans Tezi, TC Selçuk Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü İlköğretim Anabilim Dalı Sosyal Bilgiler Eğitimi Bilim Dalı, Konya 2010, s. 76-77
[82] Hakan Kutlu, a.g.t., s. 136
[83] Hakan Kutlu, a.g.t., s. 136
[84] Bülent Taşpınar, a.g.t., s. 77
[85] Hakan Kutlu, a.g.t., s. 135
[86] Bülent Taşpınar, a.g.t., s. 80-81
[87] Bülent Taşpınar, a.g.t., s. 81-82
[88] Murat Deniz, a.g.t., s. 62
[89] Bülent Taşpınar, a.g.t., s. 83-84
[90] Murat Deniz, a.g.t., s. 62
[91] Bülent Taşpınar, a.g.t., s. 84
[92] Murat Deniz, a.g.t., s. 62
[93] Hakan Kutlu, a.g.t., s. 136-137
[94] Bülent Taşpınar, a.g.t., s. 84
[95] Hakan Kutlu, a.g.t., s. 136-137
[96] Muhammet Salih Pirani, Şeyh Said’in Yakalanması; http://mucahidlerimiz.blogspot.com/2012/03/muhammed-salih-pirani-seyh-said-seyh_9077.html
[97] Muhammet Salih Pirani, a.g.y.,
[98] Muhammet Salih Pirani, a.g.y.,
[99] Cihad-Kar, a.g.y.
[100] Muhammet Salih Pirani, a.g.y.,
[101] Cihad-Kar, a.g.y., s. 6
[102] Cihad-Kar, a.g.y., s. 10
[103] Muhammet Salih Pirani, a.g.y.,
[104] Hakan Kutlu, a.g.t., s. 137
[105] Bülent Taşpınar, a.g.t., s. 84
[106] Bülent Taşpınar, a.g.t., s. 85
[107] Ufkumuz.com, Şeyh Said Sohbeti -7-, 19/12/2012, Saat 00: 56, http://www.ufkumuz.com/21515_Seyh-Said-Sohbeti-%E2%80%93-7.html
[108] Bülent Taşpınar, a.g.t., s. 83
[109] Murat Deniz, a.g.t., s. 66
[110] Bülent Taşpınar, a.g.t., s. 87
[111] Murat Deniz, a.g.t., s. 66
[112] Hakan Kutlu, a.g.t., s. 147-148
[113] Murat Deniz, a.g.t., s. 82
[114] Hakan Kutlu, a.g.t., s. 155-156
[115] Bülent Taşpınar, a.g.t., s. 88
[116] Bülent Taşpınar, a.g.t., s. 100
[117] Şeyh Said’in Yargılanması ve Mehkeme İfadesi, Şeyh Said Kıyamı -4-, 28 Haziran 2012, Saat 00: 28, Tevhid Haber, Araştırma; http://www.tevhidhaber.com/news_detail.php?id=78413
[118] Murat Deniz, a.g.t., s. 70-71
[119] Murat Deniz, a.g.t., s. 75-79
[120] Murat Deniz, .a.g.t., s. 86-91
[121] Murat Deniz, .a.g.t., s. 92-95
[122] Murat Deniz, .a.g.t., s. 98-102
[123] Murat Deniz, .a.g.t., s. 103
[124] Bülent Taşpınar, a.g.t., s. 107-108
[125] Hakan Kutlu, a.g.t., s. 180-181
[126] Hakan Kutlu, a.g.t,, s. 181-183
[127] Hakan Kutlu, a.g.t,, s. 186
[128] Hakan Kutlu, a.g.t,, s. 183-184
[129] Murat Deniz, .a.g.t., s. 86-87
[130] Murat Deniz, .a.g.t., s. 88
[131] Yusuf Ziya (Koçzade) - Vikipedi
[132] Yusuf Ziya (Koçzade)- Vikipedi
[133] İhsan Çölemerikli 17 Şubat 2011, Yüksekova Haber; http://www.yuksekovahaber.com/yazi/seyh-sait-isyani-2101.htm
[134] İhsan Nuri - Vikipedi
[135] İhsan Nuri - Vikipedi










Hiç yorum yok:

Yorum Gönder