Yazan: Fahrettin ÖZOPRAK
Önsöz
Şeyh Said Ayaklanması’nı araştıracağız. Elimde
Hakan Kutlu, Murat Deniz ve Bülent Taşpınar tarafından hazırlanmış üç adet
yüksek lisans tezi vardı. Bunun yanında Işıl Turan’ın Şeyh Said’le ilgili ilmi
bir araştırma yazısı, Ali Fuat Cebesoy’un hatıraları, Mehmet Şerif Fırat’ın,
Metin Toker’in ve Hayri Başbuğ’un H. Şelıc’ın adıyla yayınlanan eserleri vardı.
Yan kaynak olarak da internet sitelerinde yayınlanan bilgilerden istifade
edeceğim. Bilim kaynağa bakar, resmi olup olmadığına ve herhangi bir internet
sitesinde kayıtlı olup olmadığına bakmaz, yeter ki adres gösterilsin, o kaynağa
okuyucu tarafından ulaşılabilsin. Bilim hatıralardan, hatta röportajlardan da
istifade edebilir. Kimse kalkıp da bana sen bu araştırmayı niye yaptın diyemez,
demeye hakkı yoktur. Şeffaf toplumlarda kişilerin özel hayatı hariç, her şeye
açıklık getirmek, gözler önüne sermek, devlet sırrı diye muhafaza edilenleri
sır olmaktan çıkarmaktır. Vay efendim, bu ayaklanma Cumhuriyet rejimini yıkmak,
yerine dini bir rejim getirmek için gerçekleştirilmiş bir ayaklanma demek de
işi kurtarmaz. Çünkü her iki taraftan da ölenler, öldürülenler ve mağdur
edilenler var. Bu toplumun bir meselesidir, çözüm bulmadığın sürece, ileriki
zamanlarda aynısı ya da değişik bir şekli yeniden meydana gelebilir.
Biri çıkıp diyebilir ki, Şeyh Said Mustafa
Kemal’e karşı isyan bayrağını kaldırdı. Kaldırabilir. Bu nedenle o
lanetlenmelidir diyen de olabilir. Çünkü beyanda bulunan kişinin kapasitesi pek
fazla değil, ancak o kadar düşünüyor, toplumların tek bir şahıstan ibaret
olmadığını hala anlayamamış. Vur abalıya demenin de alemi yok. Modern toplum
olmak bir kişinin çevresinde hücre hücre kilitlenip, organizma meydana getirmek
anlamına gelmez. Bir araştırma, kişinin konumuna bakıp, söylenecek doğruları
çarpıtmak ve başka türlü ifade etmek de değildir. Konum ne olursa olsun bir
yanlış var ise onu belirtebilmek yapılacak olanların en doğrusu ve ahlakisidir.
Ben bu isyan olayında Şeyh Said’i, yahut
isyanı bastıran askeri kuvvetleri alkışlamadım, birini lanetlerken diğerini baş
tacı da yapmadım. Çünkü öyle yapsaydım bu çalışma ilmi olmaktan çıkar, bir
propaganda aracı olurdu. Ben Türküm, isyanı çıkaranlar, Zaza ya da Kürtlermiş,
Kürdistan kurma emelleri de varmış, hatta İngilizlerle işbirliği bile yapmışlar
demek ve bir savunma durumuna geçmek de yanlış. Peki, nereden biliyorsun
onların tamamen Kürt olduğunu? İçlerinde hiç Türk yok muydu? Peki, Şeyh Said,
ifadesinde “Ben Kürtçüyüm, Kürdistan kurmak istiyorum, isyanı bu amaçla
çıkardım” diyor mu? Peki isyancıların İngilizlerle işbirliğini kanıtlayan
belgeler var mı? Neymiş efendi, isyancıların Diyarbakır’a saldırı
düzenledikleri günlerde, şehirdeki postaneye İngiltere’den, ya da bir başka
yabancı silah şirketinden silah katalogları gelmiş. Gelmişse gelmiş, bu delil
ifade eder mi? Bir aydır, ya da iki aydır devam eden bir olay var, tabi ki
silah şirketleri birilerine posta aracıyla katalog yollar, bu onların işi.
Peki, bu katalogların isyancılara geldiği nereden belli. Aha geldi diyelim,
böyle bir durumda silah ticareti yapılmış mı, para verilip silah alınmış mı?
Metin Toker diyor ki, isyanda bir Türk gizli
polisi bir İngiliz subayı rolüne bürünüp, isyancılarla ilişki kurmuş. Kurar,
niye kurmasın. Bu devletin vazifesidir, istihbarat ya da olayın yönünü başka
bir yöne çevirmek nedeniyle yapmış olabilir. Ama o kişinin İngiliz subayı
kılığına girip, isyancılarla sanki İngilizler görüşüyor havası vermesi isyanın
İngilizler tarafından organize edilip gerçekleştirildiği izlenimini vermez,
belge niteliğini de taşımaz. Eğer devlet öyle bir şey yapmış ise, o devletin
bunu açıklaması normal bir davranış değildir, olayı inceleyenlerde öyle bir
durumda devletin isyanı çıkardığı ya da kışkırttığı izlenimi ister istemez
uyanır. Daha doğrusu toplumsal olaylar hafiyecilik yöntemiyle incelenmez ya da
olay hakkında karara varılmaz. Bilim kendini kaynakların akışına bırakır, yönü
ve yöntemi kaynaklar belirler. Resmi kaynakları ön plana alan demek ki işi
resmi bir yönde inceliyor demektir. Her resmi kaynak da doğru demek değildir. O
kaynağın nasıl ve ne niyetle hazırlandığı da önemlidir. Toplumsal, bilhassa isyan
olaylarında mektuplar ve bildiriler sürekli ön plana alınır ama, kimse demez ki
bu mektup ya da bildiri sahte, yahut düzmece. Yazının o kişiye ait olup
olmadığı tam anlamıyla incelenmiş midir?
Biz bir alan araştırması yapmadık,
farkındayım. İlla araştırma yapmak için onun alan araştırması olması icap
etmez. Kaynakları temin edersin, oturur yazarsın, buna da araştırma denir.
Görüşünü, zekanı ve mantığını kullanırsın.
Aslında isyana katılanların, ölenlerin
ya da idam edilenlerin torunlarıyla yüz yüze, diz dize konuşmakta, onlara
sorular sorup cevaplar almakta, ya da problemlerini dinlemekte fayda var. Bunun
yapılması için bir finans kaynağı lazım, yoksa yapamazsın, çünkü ferdi olarak
kişiye pahalıya patlar.
Şeyh Said’e Dair Bilgiler
Şeyh Said, 1865 yahut 1866’da Elazığ’a bağlı Palu
ilçesinde dünyaya gelmiş, Sünni Zazalara mensup biridir. Babası Şeyh Mahmut,
annesinin adı Merve’dir. Malazgirt’te medrese eğitimi görmüş, ailecek Hınıs’a
göç etmeleriyle, oraya yerleşmişler. Şeyh Said zamanla Nakşibendi tarikatının
liderlerinden biri haline gelmiştir. Onun Birinci Dünya Savaşı’nda Rusların
Doğu Anadolu’da ilerlemeleri üzerine, ailesini alıp Piran’a yerleştiği,
savaştan sonra ise Hınıs’a dönerek, Kolhisar köyünde ikamet etmeye başladığı[1] söylenir.
Şeyh Said’in dedesi Şeyh Ali’dir. Onu yetiştiren
1776-1827 yılları arasında yaşamış, Nakşibendi tarikatının Halidilik kolunu
kuran ve Şam’da ikamet eden Mevlana Halidi’dir.[2] Bu şahıs Ziyaettin Haldi-i Kürdi olarak anılır.[3] Şairdir. Bir divanı vardır. Mevlana Halidi, 118
öğrencisi içinde Ali’yi seçmiştir. Seyit Abdülkadir’in dedesi Seyit Taha’nın
bile onunla birlikte, medresede Mevlana Halidi'den öğrenim gördüğü
söylenmektedir.
Şeyh Ali, Diyarbakır’ın Lice ilçesine gelip orada
imamlığa başlamış,[4] Lece’nin Septi köyünden ayrılarak Palu’nun Kasımiye
mahallesine yerleşmiş, imamlığına burada devam etmiştir. Ona Şeyh Ali Septi
demeye başlamışlar. Bir süre sonra çevrede bulunan ağa ve beylerle arasında bir
anlaşmazlık meydana gelmiş, Erzurum’un Hınıs ilçesine varıp oraya yerleşmiş,
sonra araya bazı aracılar girmiş, bu nedenle tekrar Palu’ya dönmüştür.[5]
Şeyh Said’in babası Şeyh Mahmut'un Kolhisar köyünde imamlığa
başladığı, yedi evladı dünyaya geldiği söylenir. Şeyh Said bu evlatlardan
biridir.[6] Şeyh Mahmut Fevzi Efendi onun doğumundan bir iki yıl
sonra Hınıs’a gelip yerleşmiş, Bahattin, Diyaettin, Necmettin, Tahir, Mehdi ve
Abdürrahim adlı oğulları dünyaya gelmiş, Şeyh Said’i hem dedesi hem babası
yetiştirmiş, tasavvufa onlarla yönelmiştir. Zazaca ve Türkçe ana dilidir.
Kürtçeyi, Arapçayı ve Farsçayı öğrenir. Dini ilimleri tahsil eder, sosyal,
siyasi ve edebi dallarda medrese eğitimi görür. Hatta matematik, astronomi,
mantık ve felsefe hususunda da medresede az buçuk bilgi sahibi olur.[7] Ancak o, medrese eğitimi alsa bile, çok zengindir. Bir
sürünün değil, sürülerin sahibidir. Koyun beslemektedir. Davar ticareti yaptığı
söylenir. Sürelerini yaylak zamanı Bingöl dağlarında otlatır, kışlak zamanı
onları Musul, Kerkük, Halep ve Şam pazarlarına götürür, satarmış. Yaşlanıncaya
kadar bu işi yapmış, sonra işini oğlu Ali Rıza’ya bırakmış.[8]
Şeyh
Said üç kadınla evlenmiş,
üçünden de çocuklar dünyaya gelmiş.[9] Beş kızı, beş erkek evladı varmış. 120 kadar çobanı,
Hınıs ve Şavşan nahiyelerinin meralarında da 10 kadar sürüsü[10] bulunmaktaymış.
a) Ayaklanmanın Oluşumu:
13 Şubat 1925’te Cuma günü Piran camisindeki vaazında
Şeyh Sait, “Medreseler kapatıldı. Din ve
Vakıflar Bakanlığı kaldırıldı ve din mektepleri Milli Eğitim’e bağlandı.
Gazetelerde birtakım dinsiz yazarlar dine hakaret etmeye, peygamberimize dil
uzatmaya cüret ediyorlar. Ben bugün elimden gelse, bizzat dövüşmeye başlar ve
dinin yükseltilmesine gayret ederim” demektedir.[11] Peki, o bu vaazı neden böyle vermiştir.
Şeyh Sait ayaklanması 1843 yılından beri çıkan Kürt ayaklanmalarının hiç
birine benzememektedir. Doğu Anadolu’da o güne kadar meydana gelen
ayaklanmaların kökeninde derebeylik ve yağmacılık varken, bu ayaklanmada
teokratik düzeni ülkede yeniden tesis etmek, saltanat ve hilafeti geri getirmek
fikrini görmekteyiz.[12] Ancak ayaklanmaya her nedense, Kürtçülük fikri ve
Kürdistan kurma emeli de sokuşturulmaktan edilmez.
Sultan Abdülhamit’in Paris’te bulunan oğlu Selim
Efendi’nin tahta çıkmak ümidi beslediği ve Suriye’ye gelerek, Doğu Anadolu ile
irtibat kurduğu, hatta Osmanlı sülalesinden İran ve Suriye’de bulunan bazı
kimselerin ona destek verdiği, bunu haber alan Şeyh Said’in, iki oğlundan
birini onunla görüşmek için Halep’e, diğerini İstanbul’a gönderdiği,
görüşmelerini tamamlayanların Piran’a dönmeleriyle ayaklanmanın başladığı,
hatta durumdan Başbakan Ali Fethi Bey’in bile haberdar edildiği, Şehzade
Selim’in ayaklananlar içinde görüldüğü[13] söylenir. Söz konusu haberin doğru olma ihtimali
yüksektir. Çünkü bu ayaklanma herhangi bir ayaklanmaya benzememektedir.
Şeyh Said’in İstanbul’a gidip dönen oğlu Ali Rıza’dır.
Şeyh onu Şavşal’da karşılamış, bir ay kadar, Palu, Hınıs, Çabakçur, Genç, Lice,
Hani ilçeleri ve köylerinde konuşmalar yapmış, sayısı kabarık atlılarla bir ay
sonra, 13 Şubat 1925 Cuma sabahı Piran’a gelmiş, kardeşi Abdurrahim’in evine
konuk olmuştur.[14] O gün cumadan sonra köye Üsteğmen Hasan Hüsnü ve
Teğmen Mustafa Asım Beyler komutasında 15 kişilik bir müfreze gelmiş, bunlar
Şeyh Said’i sormuş, gelmesi üzerine ona, adamlarının arasında 4 ağır hükümlü
bulunduğu, arandıklarını, o kişileri derhal teslim edin demişlerdir. Ancak Şeyh
Said 4 kanun kaçağını teslim etmemiştir. İşin tuhafı, Bahri’nin evinde misafir
edilen Vartolu Nebi ve arkadaşları 4 kişi değil, 12 kişi kadardır. Bunların
tümü suçları nedeniyle aranan kişilerdi. Hatta dağa bile çıkmışlar, ancak Şeyh
Said’in yanına sığınmışlardı. Jandarma her yanı sarmış, dama bile çıkıp siper
almıştı. Şeyh Said, “Biz onlarla beraber geldik, yoldaşız. Kendilerini şu ara
bana bağışlayın ve ben buradayken bir şey yapmayın. Hele ben gideyim,
sonra ne isterseniz yapınız” diyerek araya girmek istedi, ancak Üsteğmen ona
aldırmadı, biz 4 kanun kaçağını alıp gitmek zorundayız, muhakkak bunu yapacağız
dedi. Şeyh Said, tamam dedi.
4 kanun kaçağı evde kaldı, 8 kanun kaçağı evin arka,
herhalde bir gizli kısmından dışarı çıkıp, tepedeki kayalıklara yerleştiler ve
jandarmalara ateş açtılar. Bu sırada evdeki 4 kişi ateş açınca Abdurrahim ve
adamları da ateş açtı. Jandarmalar üç ateş arasında kalmıştılar. Üsteğmen
çekilin emri verdi. Bir jandarma ölmüş, iki jandarma yaralanmıştı. Eşraftan
Zülkif Cafer Ağa’nın evine sığındılar.[15] Şeyh Said ve 300 kadar atlı adamı o gün akşam olmadan
köyü terk ettiler.[16]
b) Ayaklanmanın Başlaması:
Şeyh Said, Piran köyünden Darahini’ye, yani Genç
ilçesine yanındaki atlılarla 13 Şubat 1925’te akşam üzeri hareket etmiştir. O
zaman bu ilçe vilayetmiş. Şeyh Said, yolda uğradığı köylerden adamlar toplamış,
14 Şubat 1925’te ilk bildiriyi kaleme alıp çevre il ve ilçelere yollamıştır:
“Bismillahirrahmanirrahim
Bizler
İslam’ın ve İslam Peygamberi’nin yüceltileceği ve zalim Mustafa Kemal’in kendi
eliyle kurduğu hükümetin zevale uğratılacağı ve onların yeryüzünden silineceği
bir zamana girmiş bulunuyoruz. Cihad etmek her Müslüman’a farzdır. Bu savaş,
İslam’ın bu topraklarda yeniden hakim kılınması içindir. Bu çağrı, bütün
Müslüman kabilelerin bu büyük cihada katılması içindir. Bu davete içtenlikle
‘Lebbeyk’ diyeceğinize inanıyorum.
Ey insanlar!
İslam’ı bu
kâfirlerin elinden koruyalım. Aksi takdirde bu kafir hükümet, bizi de kendisi
gibi yapacaktır. Bunun için, ona karşı cihad etmek farzdır.
Emîr’el-
Mücahidin Seyyid Muhammed Said el- Nakşibendi”.[17]
15 Şubat’ta Genç iline bağlı Piçar nahiyesi Hakik
köyüne varılmış. Paroğlu Ömer Ağa komutasındaki Butyanlı, Fakı Hasan oğlu
Abdülhamit komutasındaki Mistanlı, Ömer oğlu Haydar Ağa komutasındaki Tavaslı,
Tavberli Molla Ahmet komutasındaki Silvan aşiretleri yol boyunca ya da köyde
ona iştirak etmişler. O gece köyde kalınmış. 16 Şubat’ta Genç ili üzerine
yürümüşler. İkindi vakti Cemahni’ye vardıklarında ayaklanmanın ileri kollarının
şehri kuşatmaya başladıkları haber alınmış. Kupar köyüne vardıklarında şehrin
düştüğünü öğrenmişler. O geceyi köyde geçirmek istemişler, ancak gelen
haberlerde şehrin yağmalandığı, Ziraat Bankası’nın soyulduğu söylenince Şeyh
Said Darahini’ye varmış, bankanın kasasını Yusuf Ağa’ya teslim etmiş.[18]
1925 yılı Ocak ayı sonlarına doğru Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası Erzurum mebusu Ziyaeddin Efendi’nin TBMM kürsüsünde,
iktidarda bulunan Cumhuriyet Halk Fırkası’nın icraatlarını eleştirerek; “Yeniliğin
işret, dans, plaj sefasından başka bir şey ifade etmediği”, fuhuşun arttığı,
“Müslüman kadınların edeplerini kaybetme” yoluna girdiği, sarhoşluğun
himaye gördüğü, “dini duyguların rencide edildiği”, “yeni rejimin sadece
ahlaksızlık getirdiği”, “rezil bir yönetimin memleketi çamurların içine
sürüklediği”[19] biçiminde laflar söylediği belirtilir. Ancak Meclis
zabıtlarında bu tür bir konuşma var mıdır, kimse dikkat etmemiş. Evet, onun
Meclis zabıtlarında yer alan bir konuşması vardır. Erzurum Mebusu Ziyaeddin
Efendi, bu konuşmasında “Şeriye Vekaleti şayet mukaddes ise ona imtiyaz
verilmesi ve dokunulmaması gerektiği"ni belirtmiş.[20] Kaynak, TBMM Zabıt Ceridesi, Devre II, Cilt 6, İçtima
Senesi 1, Yüzonüçüncü İçtima, Celse 2, (27/2/1340).[21]
Konuşma Şeriyye ve Evkaf Vekaletleri’nin kaldırılmak
istenmesi üzerine yapılmıştı. Ziyaeddin Efendi’nin konuşmasından sonra, İsparta
mebusu İbrahim Hafız Efendi, “Dini mubini islam payidardır. İslam kıyamete
kadar bakidir” diyor. İsparta mebusu Hüseyin Hüsnü Efendi, “İslamiyeti
üç beş kişi yıkamaz, bilhassa İslamiyete tecavüz edenler yıkılır” diyor.[22] Meclisteki bu konuşmalar Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası’nın kurulmasından 8,5 ay kadar önce meydana geliyor. Daha o zaman
Ziyaeddin Efendi TCF vekili değil, Halk Fırkası mebusu.
Yeniliğin işret olduğuyla başlayıp memleketin çamura
süreklendiğiyle cümlesine son veren Metin Toker, açıkça yalan söylemektedir. Ne
yazık ki, onun bu sözlerini Necip Fazıl Kısakürek bile ciddiye almıştır. Yani,
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın Şeyh Said’le ve ayaklanmanın başlamasıyla
herhangi bir ilgisi yoktur.
c) Şeyh Said’in Mektup ve Beyannameleri
Şeyh Said tarafından Emir’ül Mücahidin Muhammed
Said el-Nakşibendi imzasıyla, Urfa ve çevresinde ikamet eden Milli
Aşireti’n reisi Halil Bey’e gönderilen mektupta; “Şimdiki hükümet İslam
Hilafetini, Saltanatı, meşihatı İslamiye’yi ve ilim medreselerini ilga etmiş,
Evkaf Nezaretini kafirlik maarifine ilca etmiş, kadınlık mesturunu kaldırmış,
zinayı ve içki içilmesini, kadınların yabancılarla dans yapmasını mübah kılmış,
bu gibi fuhşiyata mahsus, mesela dans salonu, tiyatro, sinema, bar ve umumhane
gibi geniş binalar inşa etmişler, Allah ve Resulünün dini olan dinimizle
istihza etmekte bulunmuşlar, onların namına olarak ahkamı İslamiyeyi tahkir ve
İslamiyetin esaslarını değiştirmişler, erkanı sarsmışlar, dine karşı ve bu din
erbabına karşı ilan-ı harp eylemişler. Allahü Taala din ve Şeriatın intikamını
almaya başlamıştır, himmetinizden muavenet talebinde bulunuyorum, bütün
aşiretlerinize bildiriniz.”[23]
Alevi Zaza olan Hormek aşireti reisleri Halil, Veli ve
Haydar Ağa’ya gönderilen mektupta, “Din-i mübini Ahmedi’yi, kafir olan M.
Kemal’in yedi zulmünden tahlis etmek gazası niyetiyle Şuşar’a hareket edildi.
Bu gaza ve cihadın mezhep ve tarikat tefrik edilmeden” kelime-i şehadet getiren
“bütün İslam muvahhidleri üzerinde farz olduğundan, büyük bir gayret ve şecaat
sahibi olan Müslüman aşiretinizin de şeriat-ı garrayi Ahmediyye’ye ve bu
cihad-ı ekbere itba’ edeceğinize itimadım berkemaldir. Ya eyyühel-ensar,
dinimizi ve namusumuzu bu mülhidlerin elinden kurtaralım, size istediğiniz
yerleri verelim. Bu dinsiz hükümet bizi de kendisi gibi dinsiz yapacaktır,
bunlarla cihad farzdır” denmektedir.[24] Ancak bu Alevi liderleri Şeyh Said’e destek vermedi.[25] Destek vermemelerinin tek nedeni ise, onun Sünni,
kendilerininse Alevi olmasıdır.
Hadim’ul-Mü’minun
Şeyh Said Pirani[26] imzasıyla basılıp dağıtılan beyannamelerde, “Kurulduğu günden beri din-i
mübini Ahmedi’nin temellerini yıkmaya çalışan Türk Cumhuriyeti Reisi Mustafa
Kemal ve arkadaşlarının, Kuran’ın ahkamına aykırı hareket ederek, Allah ve
peygamberi inkar ettikleri ve Halife-i İslam’ı sürdükleri için, gayri meşru
olan bu idarenin yıkılmasının bütün İslamlar üzerinde farz olduğu, Cumhuriyetin
başında bulunanların ve Cumhuriyete tabi olanların mal ve canlarının şeriat-ı
garrayi Ahmediyye’ye göre helal olduğu” ileri sürülmekte,[27] Halifenin Müslümanları beklediği, Hilafetsiz
Müslümanlık olmayacağı, Halifenin memleketten çıkarılamayacağı, şiarımızın din
olduğu, Şeriatın lazım geldiği belirtilmekte, o günkü hükümet hedef gösterilip,
“Şimdiki hükümet mütemadiyen dinsizlik neşretmektedir. Kadınlar çıplaktır.
Mekteplerde dinsizlik ilerliyor”[28] denmekte, “Fakirin, güçsüzün, kadının, ihtiyarın,
çocuğun ve esirin hakkına, canına ve malına tecavüz edilmeyecek. Kimseden zorla
para alınmayacak. Esirlere normal muamele yapılacak ve kendi yediğinden
verilecek”[29] sözleriyle beyanname
bitirilmektedir.
Görülüyor ki, bu ayaklanma tamamen dini, yani
teokratik, ülkede saltanatı yeniden teşekkül ettirme ve hilafeti yeniden kurma
yönünde bir isyandır. Herhangi bir şekilde Kürtçülük fikri ve Kürdistan’ı kurma
emeli taşımamaktadır. Ayaklanma bir ay kadar öncesinden hazırlanmış, ondan önce
de Halep ve İstanbul ile temaslar sağlanmış olduğu için, ayaklanmanın fikri
safhası İsmet Paşa Hükümeti’nin düşmesi, yerine Ali Fethi Bey Hükümeti’nin
kurulmasıyla başlamıştır. O sırada Bitlis’te tutuklu bulunan Cibranlı Halit bir
adamı vasıtası ile eski mebus Yusuf Ziya’yla temasa geçmiş, Suriye’yle temas
kurulmasını istemiştir[30] ki, herhalde bu temas Şehzade Selim’ledir. Akabinde
Şeyh Said’in Şuşar ilçesi, Gökoğlan nahiyesi, Kırıkan köyünde Cibranlı Halit’i
kurtarmak için Miralay Selim, Kamil Bey ve Cibranlı Baba ile bir toplantı
yaptığını[31] görmekteyiz. Bu toplantı, ya Aralık ayında ya da Ocak
ayı başlarındadır.
Hem yeniden İsmet Paşa’nın başa geçmesi, hem de
kurulan ikinci partinin kapatılması için söz konusu ayaklanmanın çıkarılmasına
gerek görülmüş olunabilir. Bu ihtimal dahilindedir. Apdi İpekçi tarafından Şeyh
Sait isyanının Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’yla herhangi bir bağlantısı
bulunup bulunmadığı sorulmuş, İsmet Paşa’nın cevabı ise enteresandır: Bu
ayaklanmayla söz konusu parti arasında doğrudan doğruya bir bağlantı ya da
ilişki mevcut değildir. Ayaklanma irtica mahiyetlidir, o günlerdeki değişimden kaynaklanmış,
mevcut yönetime tepki olarak meydana gelmiştir.[32]
18 Şubat’ta Meclis’te, kürsüde Dahiliye vekili Cemil
Bey, Genç’te başlayan Şeyh Said ayaklanmasına değinmiş, bunların eşkıyalık
yaptığını, şehirde yağmacılık olayında bulunduklarını, hükümetin gerekli
tedbirleri aldığını, yakında bu ayaklanmanın bastırılacağını ifade etmiştir.[33] 8 Mart 1925 tarihli Vatan gazetesinde, San Remo’da
bulunan Vahdettin’in ayaklanma olayını takip ettiğini, Fransız gazetecilere
vermiş olduğu demeçlerle ayaklanmadan memnun kaldığını, isyancılara başarılar
dilediğini, onlar için güzel temennilerde bulunduğunu[34] görmekteyiz.
Ayaklanmanın Büyümesi
a) Ayaklanmanın Basına Yansıması
Şeyh
Said Ayaklanması 16 Şubat 1925 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde, “Şubatın on üçüncü günü Ergani’nin Piran
köyündeki Jandarma müfrezesi ile o civara gelen Şeyh Sait Bediüzzaman ve
avanesi arasında bir müsademe olmuş, telefon ve telgraf hatları tahrip
edilmiştir. Yetişen kuvvetler üzerine Şeyh ve avanesi kaçmışlardır. Telgraf ve
telefon hatları tamir edilmiştir. Mütecavizlerin şiddetle takibe devam edilmesi
ve tenkili emrolunmuştur” denerek 3. sayfanın 5. sütununda verildi. 17
Şubat 1925 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde “Piran Hadisesi Vekiller Heyeti toplantısında bastırılması için emir
verildi. Bugünkü Vekiller Heyeti toplantısında İçisleri Bakanı Cemil Uybaydın
Piran hadisesi hakkında tafsilat vermiş ve civardaki zabıta kuvvetleriyle
uçaklar vesair vasıtalarla tenkil keyfiyeti lazım gelenlere emredilmiştir.
Meseleye kapanmış nazarıyla bakılmaktadır. Ankara mehafili bu işte İngilizlerin
parmağı olduğu fikrindedir” denerek olayla ilgili hükümet görüşünü
belirtmiştir.[35]
18 Şubat’ta ise Cemil Bey, bundan önce de değindiğimiz gibi olayı bir eşkıyalık
ve Genç şehrindeki yağma olarak nitelendirmişti. Çünkü doğudan gelen bilgiler
böyleydi. Gerçekten de olay aranan ve teslim edilmeyen Vartolu Nebi ve
arkadaşlarından müteşekkil eşkıyalar yüzünden çıkmış, Piran’da bulunan Şeyh
Said ve 300 kadar atlısı o gün akşama doğru köyü terk etmiş, Genç iline taarruz
etmişler, şehri ele geçirenler yağmaya başlamış, o gün Kupar köyünde gecelemek
isteyen Şeyh Said, yağma olayını duyunca köyde kalmayıp şehre inmiş, Ziraat
Bankası’nın kasasını Yusuf Ağa’ya teslim etmiş. Demek o bu şekilde yağma
olayına el koymuş. Tarih 16 Şubat-17 Şubat gecesi, belki de sabaha karşı.
Görülüyor
ki hükümet ve gazeteler ilk günlerde olaydan gününe gün haberdarlar. Olayı
takip etmekteler. Ancak meselenin neden meydana geldiğinden ve nasıl
çıktığından habersizler. Olayı tetikleyen mesele ise, 20 Aralık 1924’te
Cibranlı Halit’in tutuklanıp Bitlis’te cezaevine konması, akabinde Beyrut’tan
Halep’e gelen Şehzade Selim Efendi’nin Doğu Anadolu’yla ilgilenmesi, her
nasılsa Cibranlı Halit’in onun geldiğinden haberi olması ve Eski mebus Yusuf
Ziya’yla temasa geçip, Şeyh Said’in durumdan haberdar edilmesi, bunun üzerine
bir Halep’e bir de İstanbul’a adam gönderilmesidir. Hatta Şeyh Said, Cibranlı
Halit’i kurtarmak için Kırıkan köyünde bir toplantı bile düzenlemiş, Miralay
Halit başta olmak üzere bazı kişilere emir vermiş. Bundan da bahsetmiştik. 16
Şubat günkü gazetenin vermiş olduğu telgraf tellerine kesme haberi doğru. Böyle
bir olay 13 Şubat 1925 akşamına doğru vuku bulmuş.[36]
Her şey planlanmış. Buna göre, ayaklanma
3 bölgede gerçekleşecek:
1.’si Çobakçor Bölgesi: Ayaklananlar Şeyh Şerif komutasında
Çan’lı Şeyh İbrahim ve Şeyh Hasan tarafından yönetilecek. Bölge ele
geçirildikten sonra Göykün ağalarından destek alınacak ve Elazığ’a üzerine
yürünecek. Gezik ve Kığı boğazları tutulduktan sonra askerlerin oradan geçip
gelmeleri engellenecek.
2.’si Muş Bölgesi: Ayaklananlara Melekanlı Şeyh Abdullah
komuta edecek.
3.’sü Diyarbakır Bölgesi: Ayaklananlara Şeyh
Said komuta edecek. Kardeşi Şeyh Abdurrahim Maden’deki kuvvetlerle Siverek’e doğru
harekete geçecek, Siverek Şeyh Eyüp tarafından ele geçirilecek.[37]
b) Ayaklanma Genişliyor:
18
Şubat-24 Şubat arasında, Basın’da yayınlanan haberlerde; müfrezelerimizin
takibinden kaçma çareleri arayan Şeyh Said’in yüz elli süvarisiyle birlikte
Genç’te bulunduğu, harekete geçen jandarma kuvvetlerimiz karşısında
ayaklananların mukavemet güçlerinin tamamen kırıldığı, hatta açlıkla karşı
karşıya bulundukları, Şeyh Said’in mahiyeti ile birlikte Darahani köyünü işgal
ettiği, ayaklananların buradan çıkarak, biri Diyarbakır üzeri Lice istikametinde,
diğeri Ergani üzeri Piran istikametinde iki kol halinde ilerledikleri, ancak
her iki kolun da askerlerimiz tarafından çökertildiği, asilerden Kol komutanı Fahri
isimli birinin öldüğü, asilerin Genç’te toplandığı, üç güne kadar bunların temizlenecekleri,
isyanın bastırılmakta olduğu yer alıyordu.[38]
Ancak bu bilgilere tam anlamıyla doğrudur diye bakamayız. Çünkü teferruatlı bir biçimde verilmemiş.
Ayaklananlar
Lice’ye bir buçuk saat mesafede bulunan Titek köyüne geliyorlar. Onları burada
Mehmet Şerif Hoca karşılıyor. Şerif Hoca, Lice’ye o gece girmemelerini, çok kan
döküleceğini haber veriyor. Şeyh Said, onu Lice’ye göndererek, halka durumu
anlatmasını, onların kendilerinden taraf olmalarını sağlamasını söylüyor. Şerif
Hoca gidiyor. Şeyh Said, Tilek köyünde ordugahını kurmuş beklerken kardeşinden
müjdeli bir haber geliyor. Serdi köylü Şeyh Mehmet Methi, üzerlerine sevk
edilen bir piyade alayını Kıs ovasında bozup Diyarbakır istikametinde
çekilmesini sağlamış. Bunun üzerine 21 Şubat’ta Lice’nin cenubundaki Hezan
köyüne varıyorlar. Hükümet kuvvetlerinin Lice’ye yaklaşmakta oldukları haber alınmış
ve cephe teşkil edilmiş. Yapılan muharebede askeri kuvvetler 50 kadar esir bırakarak
çekiliyor. Bir miktar cephane, bomba ve tüfek de ele geçirilmiş. O gün Hari
köyünde geceleniyor. Piran’ın milis kuvvetlerce geri alındığı, Muallim Fahri
Bey’in öldürüldüğü, Hani’nin yeniden askeri güçler tarafından zapt edildiği
öğreniliyor. Şeyh Said, raporu aldıktan sonra 22–23 Şubat gecesi yola çıkıp,
Hani üzerine yürüyor. Muharebede askeri güçler bozuluyor. Şeyh Said 26 Şubat
sabahı Hani’ye giriyor. Bu sırada Kaban civarından Yarbay Cemil Bey komutasında
Süvari kuvvetlerinin yaklaşmakta olduğu haber alınıyor. Pusu kuruluyor.
Süvariler teslim oluyor. Diyarbakır istikametine çekilen bir piyade alayının,
askerlerini toplayıp Ali Bardak köyü civarında mevzie girdiği haber alınıyor.
28 Şubat’ta onlara taarruz ediliyor. Çarpışmalar uzun sürüyor. 80 kişi kalmış askeri
kuvvet daha fazla dayanamayıp kaçıyor. Bu köyde Şeyh Said ve ayaklanmacılar
toplanıyor.[39]
O sırada diğer cephelerdeki gelişmeler ise şöyle:
Çobakçor’da
bir olay olmuş. Vilayet merkezi Genç, valisi, jandarması ve memuru dahil,
birinin bile karşı koymaması ile ele geçmiş. Durumu gören Muallim Mehmet Zeki
Bey, Dahiliye vekaletini arayıp olayı haber vermiş. Ancak o, Genç valisi,
Çobakçor kaymakamı ve Hakim Bağdatlı Rıza’nın gayretleriyle hapse atılmış.[40]
Şeyh
Şerif, Çopakçor’u alıp Palu’ya da hakim olduktan sonra Elazığ üzerine yürümüş
17. Tugay komutanı Albay Osman Bey, şehri savunmak için Beyyurdu teplerini
tutmuş. İsyancılar yaklaştığı zaman üzerlerine ateş açmışlar.[41]
Vali Hilmi Bey’e göre, Harput yönünde Kayakara mevkiinden Keserek köyüne kadar
uzanan tepelere top, makineli tüfek ve katırlı süvari birlikleri yerleştirilmiş.
24 Şubat sabahı çatışmalar başlamış. Tüfek ve top sesleri her tarafı kaplamış.
Bir ara Katırlı süvari birlikleri mevzilerini terk ederek geri çekilmeye
başlamış. Cephaneliğin yağmalandığı haberi gelmiş. Albay Osman Bey bir kuvveti
alıp, Süvarilerin çekilmesini önlediği gibi yardıma koşup yağmayı da
engellemiş. Merkeze uğradıktan sonra Beyyurdu’na dönmüşler. Asiler Huğu köyü
civarından ve ovadan ilerliyorlarmış. Topçu ateşi onları dağıtmış. O sırada
Katırlı süvariler kaçışmaya başlamış. Asiler Beyyurdu tepelerine hakim olmuş.
Şehre doğru çekilmişler. Kışla meydanında asilere karşı bir savunma hattı
kurulmak istenmiş. Halktan kimse yardıma gelmeyince bu olmamış. Şehrin garp
tarafına çekilip orada da savunma hattı kurmak istemişler. Yine halktan kimse
yardım etmemiş. Son çare olarak Fırat üzerindeki köprüyü tutmak için
ilerlemişler.[42]
Asiler şehre girmişler. Hapishaneyi boşaltıp mahkumları serbest bırakmışlar.
Şehri işgali tamamlandıktan sonra Malatya üzerine yürümeye karar vermişler.[43]
O gün 25 Şubat’tır. İşin tuhafı, Palu’yu işgal eden ayaklanmacılardan 300 kadar
silahlı adamın Elazığ’a geldiklerinde herhangi bir mukavemet görmeden şehre
girmesi.[44]
c) Yağma Olayları:
Harput
da isyancılar eline geçmişti. Hükümet konağı, hastane, mağaza ve dükkanlar yağmalandı.
Ancak burada meydana gelen yağma hareketinin isyancı liderler tarafından
durdurulamayışı onların sonunu hazırladı. Halk silahlandı. Binbaşı Nadir Bey’in
etrafında toplanarak harekete geçtiler. İsyancılar Harput’ta tutunamayıp şehri
boşalttılar. Elazığ’da da durum aynı şekilde oldu. İsyancılar şehri
boşalttılar.[45]
Bu haber 27 Şubat 1925 tarihli gazetelerde yer aldı. Ancak Harput ve Elazığ’dan
isyancıların şehirden çıkarılma haberi teferruatlı olarak verilmez. İki olay
için de benzer ifadeler kullanılır. Burada dikkatimiz çeken önemli bir durum
var. Elazığ’da şehir düştükten sonra neler olduğunu pek bilmiyoruz. Ancak
gazetenin bildirdiğine göre, Harput’ta geniş bir yağma hareketi var. Bu hareket
öyle bir hal almış ki, halkı harekete geçirmiş. Yani şehri ele geçiren
isyancıların lideri yağmayı önleyememiş. Elazığ düşerken hem şarkında ham
garbında savunma tertibatı almak isteyen Albay Osman Bey’e yardım etmeyen, onun
yalvarmalarını bile dinlemeyen halk, şehir isyancılar eline geçtikten sonra
aslan kesiliyor. Bu da Harput’taki gibi geniş bir yağma hareketinin burada da
meydana geldiğini gösteriyor. Yani hastane, mağazalar, dükkanlar talan edilmiş.[46] Zaten 5 Mart 1925’te yayınlanan
Malatya gazetesinde Vali Hilmi Bey’in yağmaya ve halkın bu yağmalamaya karşı
tepki vermesine dair ifadeleri var.[47] Anlaşılıyor ki Şeyh
Şerif bile bu yağmayı önleyememiş. Ancak Kupar köyünde geceleyen Şeyh Said,
Genç’teki yağma hareketi başladığını işitince 16-17 Şubat gecesi bir an bile
yerinde durmayıp varmış ve olaya müdahale etmişti. Bunu görmüştük. O yağmayı
önlüyor ama, lider konumundaki diğer adamları, Elazığ ve Harput’u ele
geçirenler önleyemiyor. Zaten söz konusu yağma hareketleri olmasa isyancılar
halk ile karşı karşıya gelmeyecek. Gazetelerdeki ifadelerden bunu anlıyoruz.
İsyancıların
Harput’tan çıkarılmasından sonra telgraf telleri onarılmış, Elazığ ile
haberleşme sağlanmış.[48]
Elazığ, 25 Şubat’ta isyancılar elinde. Demek ki isyancılar 26 Şubat’ta şehri
terk etmişler.
Dahiliye
vekili Cemil Bey’in 28 Şubat’ta Vatan gazetesinde yayınlanan beyanatında; “Heyet-i
Vekiliye içtimasında vaziyeti mütalaa ettikten sonra yeniden bazı emirler
verdik. Elaziz’in müdahilinde vaka olan ikinci bir müsademede ahali ve
askerlerimiz asileri oradan da firara mecbur etmiştir. Elaziz’de hükümet tesis
etmiş, vali vazifeye başlamıştır. Harput’taki müsademede asilerden yüz
mütecaviz telef olmuştur. Asilerin başında bulunan Şeyh Mahmut ile
mahiyetindeki elli nefer esir edilmiştir. Asiler ahali tarafından şiddetle
takip edilmektedir. Şimdiden bazı kıtaatımız Diyarbakır ve Harput’a
yetişmiştir. İsyan sahası malum olduğu üzere, Palu, Lice, Genç ve Piran’a
münhasır kalmıştır. Umumi seferberlik ve ihtiyat zabitlerinin silaha davet
edileceği hakkındaki haberler yalandır. Suret-i Kıtada tekdir edebilirsiniz. Yalnız
iskan mıntıkalarına civar olan vilayetlerde kısmen seferberlik ilan edilmiştir.
O civardaki ihtiyat zabıtları da vazifeleri başına gelmiştir. Mesele bundan
ibarettir. Harput’a giren asiler çapulculuk yapmış olduklarından ahaliden bir
kısmı mağdur olmuştur. Hükümet bunların ihtiyacı için yirmi bin lira
göndermiştir”[49] denmektedir. Buradan anlaşıldığı üzere Harput’taki
isyancıların lideri Şeyh Mahmut.
Yine 28
Şubat gazete haberlerinde: İsyancıların bozulmaya yüz tuttuğu, askeri kuvvetlerimizin
bölgeye yetişmesinden önce halkın isyancıları perişan ettiği, bu nedenle isyancıların
morallerinin bozulduğu, son duruma göre isyan bölgesinin Palu, Lice ve Genç
arasına sıkışıp kaldığı, yakında o kısımların da temizleneceği, gelen
haberlerin memnuniyet verici olduğu, isyanın önüne geçildiği, durumun lehimize
bir hal almaya başladığı, tayyarelerimizin asileri bombaladığı[50]
görülmektedir. Peki, durum öyle ise, Ankara’daki telaş niye? İşte bu bizi
düşündürmektedir.
d) Başkent’te Neler Oluyor?
O
sırada Ankara’da ise durum başkadır. 21 Şubat 1925’te, Gar’da İstanbul’dan
gelecek olan İsmet Paşa beklenmiş. Meclis başkanı Kazım Özalp ve bakanlar da
orada. Başbakan Ali Fethi Bey yok. Mustafa Kemal de hazır. İsmet Paşa karşılanmış.
Mustafa Kemal ona, ben kalpağımı giydim, sen de giyeceksin, yalnız benimki
önden görünümlü, seninki yandan görünümlü olsun demiş. Çankaya’ya gitmişler.
Olay burada masaya yatırılmış. Kürdistan isteğine yönelik Kürt ayaklanması mı,
yoksa başka bir şey mi? İşin içinde yabancı, bilhassa İngiliz parmağı var mı?
Burada İsmet Paşa, Şeyh Said’in bir Kürt lideri gibi davranmadığını, onun
kendilerine karşı bir ihtilal hareketine giriştiğini, açtığı bayrağın ise bir
hilafet bayrağı olduğunu, şeriat bayrağını dalgalandırdığını söylemiş. Gazi
ona, oysa Başvekil böyle düşünmüyor, mahalli bir isyan olduğunda israr ediyor
demiş. Kazım Özalp da orada. Akşam yemeğini yemişler. 22 Şubat Pazar günü
onlara Ali Fethi Bey de katılmış. Başbakan konuşmalar sonrası durumun
ciddiyetini kavramış. Akşam Genelkurmay başkanı Fevzi Paşa da onlara katılmış.
İsyan bölgesinde sıkıyönetim ilan etmeye karar vermişler. Bu hususta hükümet
tezkeresi ivedilikle Meclis’e gönderilmiş. Elazığ, Genç, Muş, Ergani, Dersim,
Diyarbakır, Mardin, Urfa, Siverek, Siirt, Bitlis, Van, Hakkari illerinde, Kığı
ve Hınıs ilçelerinde bir ay süreyle sıkıyönetim ilan edilmesi kararlaştırılmış.
24
Şubat’ta Meclis grubu toplanmış. Ali Fethi Bey, burada konuşma yaparak, olayın
“irticai bir isyan” olduğunu
belirtmiş, isyancıların halifenin dönmesini, şeriatın toplum hayatına hakim
olmasını, cumhuriyet hükümetinin kalkmasını istediklerini söylemiş, bir ihtilal
hareketiyle karşı karşıya bulunduklarını açıklamış. İsmet Paşa söz alarak, söz
konusu olayın bugünlerde olmasa bile
muhakkak ileride meydana gelebileceğini, düşmanların boş durmadığını, öteden
beri dini alet edinerek siyaset yaptıklarını ve yapacaklarını ifade etmiş.
Adalet bakanı Mahmut Esat Bey söz alıp, Hıyaneti Vataniye Kanununa eklenmek üzere
bir teklif hazırladığını söylemiş, Aydın vekili Dr. Reşit Galip söz alarak,
dini nitelik taşıyan ihtilalcilerin en sert tedbirlerle yok edilmesi
gerektiğine değinmiş.
25
Şubat günü Meclis genel kurulu toplanmış. Başbakan Ali Fethi Bey, burada uzun
bir konuşma yapmış, isyancıların Adülmecid’in (pardon, İkinci Abdülhamid’in)
oğullarından birinin (Şehzade Mehmet Selim Efendi’nin) saltanatını sağlamak
için çalıştıklarını belirtmiş. Ondan sonra Kazım Karabekir konuşmuş,
isyancıların dini alet ederek halkı tahrik ettiklerini, bu nedenle hükümetin
örfi idare ilan etmesini doğal karşıladıklarını söylemiş. Böylece Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası vekilleri de hükümete onay vermişler. Mahmut Esat Bey’in
Hıyaneti Vataniye Kanunu da Meclis’ten geçmiş.
28
Şubat’ta Ergani vekili İhsan Hamit Bey, Dahiliye vekili Cemil Bey’den 26
Şubat’ta Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan haberi sormuş. Cemil Bey onun bu
sorusunu, İstanbul basınında çıkan, Ergani, Malatya, Diyarbakır’ın asilerin
eline geçtiği ve valilerin esir olarak tutulduğu yönündeki haberlerin tekzip
edildiğini belirterek cevaplamış.[51]
Ancak söz konusu haberler doğru muydu? Bunu bilmiyoruz. Ancak Ergani’nin
asilerin eline geçmesi doğru olabilir.
Peki,
isyanın önlenmesi ve bastırılması için Mustafa Kemal başkanlığında Çankaya’da
iki gün süren toplantılarda alınan kararlar Meclis’ten TCF’nin de desteğiyle
geçtikten sonra, hükümet bir anda 3 Mart 1925’te neden düştü, neden 4 Şubat
günü İsmet Paşa Kabinesi kuruldu? Ali Fethi Bey bu hususta, “Muhterem
efendiler, memleket ümit edilmedik bir zamanda buhranlar içinde kaldı. Bu
buhranı tevlit edecek ortada ne vardı? Bunu anlayamıyorum. Daha birkaç gün
evvel meclis-i âliniz isyanı imha için istediği salahiyeti vermek suretiyle
itimadını zuhur etmiştir. Niçin bu tedbirin kafi gelmemiş olduğunu da
anlayamıyorum. Kabinelerin ikide bir anlaşılamayan sebeplerle gelip gitmesi ne
ile telif edilir? Asilerin tenkil edilmesinde hepimiz hassas ve müttefikiz.
Ancak haris hareketi tehdit edecek tedbirlere yer verilmemesini rica ederim. Malumu
âliniz olduğu üzere hükümetlerin hükümet vücudu milletin hukukuna riayet etmek
ve ettirmektir. Üç gün evvelki itimat ile bugünkü tebdilin ispatı huzuru
mecliste beyan edilmedikçe İsmet Paşa hükümetine beyan-ı itimat edemeyeceğiz” [52] demekle yetinmiştir. Yoksa onu
başbakanlıktan istifa etmeye zorlayan şey, programında bulunan ve güya
isyancılara güç veren “dini
itikatlara hürmetkardır” maddesinden dolayı TCF’nin kapatılmasının istenmesi, durumun iletilmesinden sonra TCF
yönetim kurulu tarafından verilen cevapta ise, böyle bir şeyin mümkün
olamayacağı[53] mıydı? Mart ayı içinde Kazım
Karabekir’in, 5 aydan beri Şeyh Said Ayaklanmasını izleyen hükümet ve
başbakanın olaya karşı hiçbir tedbir almadığı, hatta doğru dürüst kimseye haber
bile vermediği gibi, olaydan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı mesul
tutmaktadır[54]
demesi çok manidardır.
Ali
Fethi Bey’in istifa nedeniyse gayet basitti. Olaya karşı alınacak olan şiddetli
ve sert tedbirlerin Cumhuriyet Halk Fırkası toplantısında büyük bir çoğunlukla
kabul edilmesiydi. O bunu hükümete güvensizlik olarak nitelemiştir.[55]
Ayaklanmanın Bastırılması
a) Ayaklanmanın Kritiği:
Mustafa
Kemal 1924 yılında, 29 Ağustos ile 18 Ekim arasında yanında eşi Latife
Hanımefendi’yle birlikte 51 gün süren yurt gezisine çıkmış, ilkin Afyon’a gitmiş,
burada Dumlupınar’da bir konuşma yapmış, 11 Eylül’de Bursa’da bir konuşma
yapmış, Cumhuriyet rejimini teşekkül ettirdiklerini, bu arada bazı kararlar
aldıklarını ve yaptıklarını, ancak asıl inkılapların yapılmasına henüz sıra
gelmese bile inkılapların muhakkak yapılacağını söylemiş, “İnkılabımız Türkiye’nin asırlar içinde saadetini kefildir. Bize düşen
onu idrak ve takdir ederek çalışmaktır” demiş, 16 Eylül’de Trabzon’da bir
konuşma yapmış, “medeniyet, gelişme ve
yenileşme”den bahsetmiş, 17 Eylül’de Rize’ye varmış, burada Vali beyden yolların düzgünlüğü hususunda
konuşmuş, onun büyük bir gururla köylüleri toplayıp yolları yaptırdığını
söylemesi üzerine, “kanunsuz hiçbir vatandaşı işgal edemez ve onu çalışmaya
zorlayamazsınız. Cumhuriyette angarya denen bir şey yoktur” demiş, 19 Eylül
1924’te Giresun’da bir konuşma yapmış, 20 Eylül’de Samsun’a varmış, 22 Eylül’de
şehirde öğretmenlere bir konuşma yapmış, 24 Eylül’de Amasya’da, 13 Ekim’de
Kayseri’de halka birer konuşma yapmış ve gezisini bitirmişti.[56]
Mustafa
Kemal’in, gezilerine Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu’yu dahil etmediğini,
gezilerini Ege, Marmara, Karadeniz ve İçanadolu bölgeleriyle münhasır kıldığını
görmekteyiz. Bu sırada, o Amasya’da bulunurken, 6 Ekim 1924’te ve 7 Ekim’de
basında yeni bir fırkanın kurulma çalışmalarının yapıldığı hususu ile bilgiler
yer almış.
Mustafa
Kemal’in gezilerini bitirip Ankara’ya döndüğü gün, 18 Ekim’de onu karşılayanlar
arasında Hüseyin Rauf ve Adnan Bey’lerin olmaması zihinlerde bir şeyler döndüğü
izlenimini uyandırmış. 26 Ekim’de Kazım Karabekir’in 1. Ordu müfettişliğinden
çekilmesi, 30 Ekim’de de Konya’da ordu müfettişi bulunan Ali Fuat Paşa’nın
görevinden ayrılıp mebusluğunu devam ettirmek için Ankara’ya gelmesi yeni
fırkanın kurulma aşamasında bulunduğunu kanıtlamış.[57]
İşte Kazım Karabekir’in 1925 yılı Mart ayı başlarında, bundan önceki yazımızda
belirttiğimiz gibi, “5 aydan beri Şeyh
Said Ayaklanmasını izleyen hükümet ve bu hükümetin başbakanı hiçbir tedbir
almadığı, hatta kimseye bile haber vermediği gibi, olaydan Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası’nı mesul tutmakta” olduğunu söylemesi konuyla alakadar.
Yani TCF’nin daha kuruluş, hatta tasavvur aşamasında bile kendilerine karşı bir
cephenin teşkil edilmesi ve tedbirler alınması söz konusu. Daha doğrusu Kazım Karabekir,
yukarıdaki sözleriyle İsmet Paşa’nın ayrılıp, onun yerine başbakan olarak Ali
Fethi Bey gelse de, hükümeti Cumhuriyet Halk Fırkası’nın kurduğu bir hükümet
olarak nitelemekte, nasıl olsa İsmet Paşa yeniden başbakanlığa döneceğine göre,
bu da kendini son günlerde belli etmiştir, değişen bir şey olmadığını
söylemektedir. Ona göre, hükümet değişikliği bir hileydi. Önemli olan kurulan
TCF’nin kapatılmasıdır. Bunun için Şeyh Said Ayaklanması tezgahlanmış, başka
bir partiye tahammülsüz tek parti gücünü kabul ettirmek, hatta paşalara gözdağı
vermek için, o arada CHF’liler tarafından TCF yanlısı Deli Halit Paşa TBMM’de
katledilmiş, ne soruşturma yapılmış, ne yargılama meydana gelmiş, olay Paşa’yı
öldürenlerin yanına kar kalmıştır.
İsmet
Paşa’nın, Şeyh Said Ayaklanması’nı kast ederek 24 Şubat 1925 Meclis
konuşmasında, “söz konusu olayın
bugünlerde olmasa bile muhakkak ileride meydana gelebileceğini, düşmanların boş
durmadığını, öteden beri dini alet edinerek siyaset yaptıklarını ve
yapacaklarını ifade etmiş” olması her şeyin önceden kurgulandığının işareti
gibi. Ayrıca Genç Valisi’nin, Çobakçor kaymakamının ve Çobakçor Hakimi Ali
Rıza’nın isyancılara mukavemet göstermeyerek onlarla işbirliğine girmesi,
Elazığ ve Harput şehirlerinin isyancılara kolaylıkla teslim olması, akabinde bu
iki şehrin, halkın gayretiyle isyancılardan temizlenmesi işin içinde bir
şeylerin bulunduğunu gösteriyor. Demek ki isyan için gerekli tertibat önceden
alınmış. Dahası Ali Fethi Bey hükümetindeki Recep Peker dahil 7 önemli bakanın
(bilhassa Cemil Bey’in yeni kurulan hükümette yine Dahiliye vekili olarak)
Üçüncü İsmet Paşa hükümetinde yer alması, hatta Mahmut Esat ve Ali Cenani
beylerin bile aynı konumunu muhafaza etmesi de yabana atılacak gibi değil.
b) Hükümet Yanlıları ve Suriye:
Şeyh Said
Ayaklanması’na bölgede bulunan Celali, Zeylan, Savur, Balli, Dekoriki, Hakon,
Ömerkan, Habige, Volan ve Hormek aşiretleri katılmamış, bunlar hükümet
kuvvetleri yanında yer almıştı. O devirde Kürtlerin en yaşlı adamlarından biri
olan Zaro Ağa, “Ben ne Şeyh Sait denilen melunu tanırım ne de onun adamlarını. Allah
onların belasını versin. Ben bu heriflerin isimlerini bile bu vakte kadar
duymadım. Bunlar gavurdurlar, lanet olsun onlara. Allah devletimize,
milletimize ve Gazi Paşaya zeval vermesin.” Dersim’de TBMM 1. Dönem vekillerinden Diyap
Ağa, “Birden bire Şeyh Sait’in isyan
ettiğini duyduk, Elazığ’a gelerek hükümeti basmış. Vallahi şaşırdık. Gökten mi
indi, yerden mi çıktı bu hain dedik. Bir kısmımız tepelerde bekledik, Dersim’e
sokmadık. Herkes ne bulsa bulur, bizde keçi, koyun hırsızı çoktur ama hain
yoktur. Bu herif azmıştı, devlete asi oldu. Biz Cumhuriyete sadık insanlarız. 1326
senesinde de İngilizler ile Rus konsoloshaneleri bizi isyana teşvik etmişti.
Bize çok para vermek istiyorlardı. Biz onları bastık ve paralarını almadık.
Hükümetimize sadık kaldık.” Sabık Mustafa Ağa ise, “Hükümetimize candan bağlıyız. Eğer Şeyh
Sait veya Şeyh Şerif buraya gelseydi vallahi silah atardık. Bütün ağalar
Elazığ’a indik, kumandan paşayı gördük. Ona sadakatimizi söyledik”
demektedirler. Varto, Nusaybin ve Pülümür gibi yerlerin aşiret ve ahalisinden
de Şeyh Said Ayaklanması’nı kınayan ve hükümete destek veren, hatta ayaklanmaya
karşı ferdi olarak hazırlandıklarını belirten ifadeler Ankara’ya gelmeye devam
etmektedir.[58] Bunların kimi Alevi Zaza, kimi de Kürt
aşiretleridir. Daha doğrusu Şeyh Said Ayaklanması Sünni Zazaların bir
ayaklanmasıdır. Bir anda isyan aleyhtarı ve hükümet yanlısı kesilenler içinde
Köroğlu Şaban Ağa, “Şeyh
Sait ve beraberindekiler Allahımıza isyan etti”[59]
demektedir.
25 Şubat
1925’te Vatan gazetesinde, Başbakan Ali Fethi Bey’in Meclis kürsüsünden yapmış
olduğu bir açıklaması vardır. Bu açıklamaya göre, “Şeyh Sait Hınıs’tan Genç’e
geldiği zaman hükümet orada şeyhin mahiyetinde iki kişiyi tevkif etmek istemiş,
fakat şeyh buna muvafakat etmemekle beraber mukavemet etmiş ve müsademe vukua
gelmiş, bu müsademede jandarmalarımız yaralanmışlar ve müfreze zabiti de esir
edilmiştir. Hareket bu suretle başlayarak tevsi edilmiştir. İsyan mıntıkaları
Elazığ, Genç, Diyarbakır ve Ergani vilayetleridir.”
Ayaklanmayı bastırmak için bölgeye tren yoluyla sevk edilen askeri
birliklerimize tren yolu Suriye içinden geçip ülkemize yeniden girdiği için,
Fransızlar buna müsaade etmemişlerdir.[60] Dikkat edelim, İngilizler değil Fransızlar. Çünkü
Suriye kısmı halen Fransızların işgali altındadır. Buna rağmen bu hususta bilgi
verenler İngilizler demekte israr ederler. Sanki Türk kuvvetleri batıdan değil
de doğudan geliyor, tren yolu Suriye’den değil de Irak’tan geri topraklarımıza
giriyor. Bu mantıksızlığa kimse dikkat etmemiş. Halen bile İngilizler’den söz
ederler. Ellerinde tek kanıt Hakkari’deki Nasturi ayaklanması. Oysa Şeyh Said
ve Ayaklananlar Hıristiyan değil, Müslüman. Ayrıca bunların ana dilleri de
Ermenice ve Kürtçe değil, Zazaca ve Türkçe.
c) Muş Cephesi ve Diyarbakır:
Şeyh Abdullah, Muş cephesinde
vilayetle olan irtibatı kesmiş, Varto’yu almış ve Erzurum’a doğru yürümeye
başlamış, Ergani ilçesi ise, daha ilk başlarda, Piran’da meydana gelen olaydan
sonra ele geçirilmişti.[61] Şeyh Said için yapılacak tek şey
Diyarbakır’ı işgal edip, burada hükümeti ilan etmekti. O mahiyetinde bulunan
adamlarının büyük bir kısmını Diyarbakır’a sevk etmiş, kendisi ise Ergani’yle
Eğil arasında bulunan şeyh ve ağaları tesir altına alıp, onları da ayaklanmaya
katmak için davet etmeye gitmişti.
Şeyh Said, 7 Mart 1925’te
Diyarbakır’a taarruzu emrediyor. Şehrin dört kapısından birden yükleniyorlar.
Asıl taarruz şehrin kuzey kısmından yapılmış, o sırada güneyden de taarruz
başlamıştı. Askeri birlikler asileri kuzey kısmında surlar dışında, güney
kısmında ise surlarda tertibat alarak karşıladı. Şehrin güney kısmı pek fazla
dayanamayıp çöktü. Şehrin içinden de asilere yardım ediyorlardı. Askeri
birlikleri iki ateş arasında kalmıştı. Ordu kumandanı Mürsel Paşa, şehrin kuzey
kısmından Süvari kuvvetlerini şehrin güney kısmına sevk etti. Çarpışma meydana
geldi. Asiler kaçışmaya başladı. Güney cephesi kurtarılmıştı. Kuzey cephesinde
saldıran asiler tırpanla biçilir gibiydi. Asiler burada, Güney kapısından
sonra, 8 Mart sabahı ikinci bozgunluklarını yaşadı. Kaçışmaya başladılar.
Askeri birlikleri surlar içinde kaldı, kimseyi takip etmedi. Ancak gazetelerde,
o günlerde yayınlanan bir muhabir mektubu var. Şimdi onu okuyalım:
3. Ordu müfettişi Kazım Paşa ve Kolordu kumandanı Mürsel Paşa her türlü
tertibatı almış bulunuyorlardı. Askerler
hazırdılar. Sokaklarda heyecan vardı. Bir şayia baş gösterdi: “Şeyh geliyor.”
Şehir birden karıştı. Paşalar komutanlara emir verdi. Sokağa çıkma yasağı
uyguladılar. Akşam yaklaşıyordu. Sokaklarda kimse yoktu. Saat 19.00’da ilk ateş
başladı. Toplar gürlüyordu. Mürsel Paşa askerlere komuta ediyordu. Subayların
koşuştuklarını gördük. Karanlık gökyüzü parlayıp duruyordu, kıpkırmızı
kesilmişti. Toplar susmuyordu. Piyadeler siperlerde zor zapt ediliyordu. Sesler
birden çoğalmaya, uğuldamaya başladı “Sallallah” diyerek Şeyhin adamları
saldırıya geçmiştiler. İlk hücum dalgası kırıldı. Gece yarısına doğruydu. İkinci
hücum dalgası da püskürtüldü. Gece yarısından sonra Mürsel Paşa zor durumda
kalan Mardin kapısına ihtiyatlarını sevk ediyordu ki, bu kapının düştüğü haberi
geldi. Durum tehlikeli olmaya başlamıştı. Korkmadık desem yalan söylerim. Yoğun
çatışmalar olmuş. Sabah olurken asiler Mardin kapısından atılmışlar. Güneş
doğdu. Sokağa çıktık. Yerlerde yüzlerce ceset vardı.[62]
İsyancılar beş gün boyunca üç koldan
Diyarbakır kalesini tehdit etmişler. O
sırada Şeyh Said Çoksor köyüne gelerek hazırlıkları takip etmiş. İsyancılar
Kazı köyünden sarkarak şehrin güney kapısına dayanmış, surları lağım kazarak,
patlatarak içeri girmişler. Hatta şehir içinde bulunan Zaza mahallesi de
ayaklanmaya dahil edilmek istenmiş. Oraya kadar varmışlar. Buradan şehri işgal
edeceklermiş. O sırada Askeri kuvvetler yetişmiş. Üç saat kadar kıran kırana
bir çatışma meydana gelmiş. Geri çekilmişler. 50 kadar tutsak, 100 kadar maktul
zayiatları varmış. Köprü istikametinde Süvarilerle çatışmaya girilmiş. Bu
çatışmada sur içindekinden daha çok zayiat vermişler.[63] Bu haber 10 Mart günü Vatan
gazetesinde yayınlanmış. Diyarbakır kuşatmasının başarısız olması isyancıların
moralini bozmuştu. Çünkü bunun için günlerce hazırlık yapmıştılar.[64] Ancak Şeyh Said ayaklanmadan
vazgeçmiş değildi. Hatta o Diyarbakır’I alması hususunda ümidini bile
kaybetmemişti. Bu nedenle 10 Mart ile 23 Mart arasında sürekli şehrin etrafında
kuvvetleriyle dolaştı durdu. Bu sırada Şeyh Şerif Elazığ, Şeyh Abdullah Muş
cephelerinde isyancıların başındaydılar. Hatta kuvvetlerini toplayan Şeyh Said,
11 Mart’ta ikinci defa Diyarbakır taarruzu yapmak istiyor. Komutanlarını ve
şeyhleri toplamış. Taarruzdan vazgeçiliyor. Çünkü 10 Mart’ta ordu birlikleri
şehre gelmiş ve savunmayı güçlendirmişler. Bundan da haberleri var. Şeyh Said,
şimdilik size izin, gidebilirsiniz, ama vazgeçmedim diyor.[65]
d) İsyancılar Durmuyor:
Ordu birlikleri hazırlıklarını
tamamlamış bir haldedirler. İsyan bölgesini dört bir taraftan kuşatma altına
almak için harekete geçmişler. Bu sırada köylere keşif kolları çıkarılıyor.
Ancak bazı köylerde misillemeye maruz kalıyorlar.[66]
Şeyh Said, ordugahını Samahir’den Hani’ye kaydırmış, Palu-Çermik arasını
tutmuştu. Karargahı hareketliydi. Burada ordu birliklerine karşı cephe teşkil
ediliyordu.[67]
Şeyh Said, ordunun yakında harekete
geçeceğini öğrenmiş. Bu nedenle ilk olarak Palu-Çermik hattını yeniden tesis
etmeye başlamıştı. O sırada Elazığ’dan gelen hükümet yanlısı aşiretler 13 Mart
1925’te Palu’nun Haryep karyesinde mevzilenmişler. Burada çatışmalar meydana
geliyor. Palu Elazığ’dan gelen aşiretlerin eline geçiyor. Çermik’te de hükümet
kuvvetleri vaziyete hakim olmuş.[68]
Ancak 14 Mart’ta Şeyh Said tarafından buraya sevk edilen kuvvetler
halkın da yardımıyla Çermik’e yeniden hakim oluyor. O gün Varto’da hükümet
kuvvetleriyle meydana gelen çatışmada Şeyh Said’in oğullarından birinin can
verdiği öğreniliyor. Herkes üzgün. 2 gün boyunca isyan bölgesinde sessizlik
hakim. 16 Mart’ta Ergani’de dağılma meydana geliyor. İsyancılar arasında
yiyecek sıkıntısı baş göstermiş.[69]
İsyancılar tarafından önceden işgal
edilen Siverek, hükümet kuvvetlerinin buraya gelmesiyle halkın bir kısmı
isyancılara destek vermeyi bırakıyor. Çobakçor’da da çözülme başlamış.
İsyancılardan köylerine geri dönenler var. 2 milis taburu teşkil edilip
Kığı’nın Kemre nahiyesine hükümet kuvvetleri tarafından gönderilmiş. Bunlar
isyancılara çatışmaya başlamışlar.
Muş ve Bitlis civarındaki aşiretlerden
hükümet kuvvetlerine destek çağrısı geliyormuş. Şeyh Eşref, 14 Mart’ta
kuvvetlerini toparlayıp yeniden Elazığ üzerine yürümeye başlamış. Peri Suyu mevkiinde
milis kuvvetlerle giriştiği çarpışmada büyük zayiat veriyor. Milis kuvvetler
halk tarafından kurulmuş. Bu olaydan bir iki gün sonra Diyarbakır’ın güneyinden
isyancıların geldikleri görülüyor. Askeri birlikler o tarafa sevk ediliyor.
İsyancılar bu durum karşısında çekiliyorlar. O sırada Diyarbakır civarında
ilerleyen bir askeri hastane ve sağlık ekibini koruyan kuvvetler isyancıların
taarruzunu maruz kalır. Ama yetişen kuvvetlerin gelmesiyle isyancılar çevreye
dağılır. Ordu birlikleri Diyarbakır’dan
dört bir yana sevk edilmeye başlanmış. Bunu gören isyancılar Dicle’nin güneyine
doğru çekilmeye başlarlar. Ancak onların çekilmesi planlıdır. Çünkü yapacak
başka bir şeyleri kalmamış, son çare olarak buna başvurmuşlardır. Ufak gruplara
ayrılmış haldeler. Çevredeki köylere ve aşiretlere takviye sağlamak için adam
bile göndermişler. Yolda telgraf direklerini devirip tellerini kesiyorlar.
Rastladıkları askeri kuvvetlerle çatışıyorlar. Yani Çete savaşı taktiğine
başvurmuşlar. Bu da gösteriyor ki, isyancıların başında işin yöntemini bilen
aklı başında adamlar var. Gayet iyi bir biçimde idare ediliyorlar.[70]
20 Mart’ta Koçuşağı Aşireti’nin
Çemişkezek’e taarruzu pek verimli olmamış. Çekiliyorlar. 21 Mart’ta isyancılar
Diyarbakır’ın kuzeyinde toplanmaya başlıyor. Askeri keşiften bu anlaşılmış.[71] İsyancılar ordu birliklerinin
taarruz istikametinde gelen kuvvetleri engellemek, onları mümkün olduğu kadar
oyalamak için yerleşme tertibatı almaktalar. Muş istikametinde ilerleyen
kalabalık bir grup iki kola ayrılır. Bulanık ve Malazgirt isyancıların eline
geçer. Bu arada onlar çevredeki şeyhleri kendi taraflarına çekmek için
çalışmayı ihmal etmezler.[72] Zaten yeniden toparlanmalarından
öyle anlaşılıyor.
Erzurum’dan gelen askerler Hınıs’ta
toplanarak Varto’yu aldıktan sonra Genç ve Çobakçor istikametinde yürüyor.[73] Askeri birliklerimiz 26 Mart’ta
Varto, Elazığ ve Diyarbakır istikametlerinden harekete geçmişler.[74] Üç koldan ilerlemeye başlanmış.
İsyan bölgesi çember içine alınıyor.
Diyarbakır’dan gelen kuvvetler Kazı
köyünü almış, Lice, Hani ve Piran havalisini kuşatmaya başlamış. Bu sırada bazı
aşiretler hükümet kuvvetleri tarafına geçmiş. Top atışlarının seri halde başlamasıyla isyancılar dağılmış. Ancak
yakalandıklarında başlarına gelecekleri bildiklerinden yoğun bir şekilde karşı
koymaya başlamışlar. Bir kısım isyancı Muş istikametinde firara koyulmuş.
Bu sırada Halit adlı birinin kumandasında toparlanan 300 süvari ve 400 kadar
Piyadeden müteşekkil bir isyancı grup Varto’ya saldırır, ama püskürtülür.[75] Söz konusu kişi şeyhin Ocak ayı
başlarında, Kırıkan köyünde toplantı yaptığı güvenilir komutanlarından
Hasenanlı Miralay Halit olabilir. Bu olayların hepsi Ali Fuat Cebesoy’un
hatıralarında, orada olmayan kısımlar da 14 Mart’la 30 Mart arasında yayınlanan
Vatan ve Vakit gazetelerinde parça parça yer almaktadır.
Şeyh Said’in Yakalanması
a) Ayaklanmanın Değerlendirmesi:
Olayların cereyan şekline baktığımızda,
bilhassa Diyarbakır kuşatması ve sonrasında yaşanan durumlar Şeyh Said
Ayaklanması’ndan 878 yıl önce yaşanmış tarihi bir olayı bize hatırlattığı gibi,
o günleri gözler önüne getiriyor. Bu ise, 1041 yılında İsulu Bey de denen
Anasıoğlu, Oğuzoğlu Mansur, Buka, Göktaş, Bögi ve Kutalmış Beyler komutasında
Güney Azerbaycan’dan Anadolu’ya Hakkari üzerinden giren Oğuzların, 1042-1044
yıllarında Araplardan Diyarbakır emiri Mervani Nasr ve Musul emiri Ukeyli Karvaş’la
yapmış oldukları mücadeledir. Olayların cereyan tarzı hemen hemen aynı. Yer
bakımından aynı. Diyarbakır’ı kuşatmadan sonra çekilme bakımından aynı. Hatta
adam sayısı bakımından da aynı. Dahası adam sayısının abartılarak 20-30 bin’e
çıkarılması bakımından bile aynı. Şeyh Said ayaklanmasına resmi ve verilen
ifade rakamlarına göre, beş bin kişi katılmış. Ama bu sayıyı 20-30 bine kadar
çıkarırlar. Oğuzlar 1041 yılında Güneydoğu Anadolu’ya geçmek için Güney
Azerbaycan’dan Hakkari’ye doğru ilerlerken bizzat Urmiye hakimi Rebibüddevle
onları köprüden geçerlerken birer birer saymış, beş bin kişiler. İbni Şibli şiirinde,
“Otuz bin kişilerdi, beş bine düştüler” diyor. Öyle ki, zorda kaldıklarında
başvurulan taktik bakımından da aynı. Bu kadar benzerlik olmaz.
Şeyh Said olayında tutsak alınan
Cibranlı Halit, Oğuzlar olayında ise el-Cezire’de hileyle hapsedilmiş Oğuzoğlu
Mansur var. Oğuzlar her tarafı yakıp yıkıyor.
O zaman Anadolu’da yalnız Fenek kalesinde Beşneviye Kürtleri var. Bunlar
Mervaniler tarafından Urmiye gölü civarından getirilip müttefik olarak
yerleştirilmiş. Oğuzlar Diyarbakır, Silvan, Nusaybin, hatta el-Cezire’yi
kuşatıyor. Mervaniler ve Ukeyliler Beşneviye Kürtleriyle birleşip üç koldan
Oğuzlar üzerine saldırıyorlar. Aralarında çarpışma meydana geliyor. Hatta
Oğuzlar bir ara mağlup olacakları zaman gruplara ayrılıp Çete taktiğine
başvuruyorlar. Sonra birleşip yeniden Diyarbakır’a saldırıyorlar. Şehre girip
yakıp yıkıyorlar. Bunun üzerine el-Cezire hakimi Mervani Süleyman, babası Mervani
Nasr’ın isteği üzerine Oğuzoğlu Mansur’u serbest bırakıyor. Öyle ki Oğuzlar
Musul’a bile giriyorlar. Bu sırada Tuğrul Bey’in mektubu geliyor. Merv’e
Bağdat’tan elçi olarak gelen Hasan el Maverdi’yle gönderilmiş. Ayrıca İbrahim
Yinal da askeri bir kuvvetle geliyor. Selçuklulardan tamamen bağımsız olarak
hareket eden Oğuzlar kuzeye doğru, Dersim, Elazığ ve Muş taraflarına
çekilmişler. Çekilirken her tarafı yakıp yıkmışlar.[76] Bu bilgiler İbnü’l Esir’in ve Azimi’nin tarihlerinde
ve Urfalı Mateos’un Vakayinamesi’nde var. Anlaşılan Şeyh Said, bu eserleri
okumuş ve hafızasına yerleştirmiş, hatta emrindeki şeyhlere ve komutanlara da
okutmuş. Arada o kadar çok benzerlik var ki… Yani bildiğimiz Şeyh Said
bildiğimiz şeyhlerden biri değil. Murat Deniz tarafından hazırlanan Yüksek
lisans tezinde olay incelenirken, “isyancıların
başında işin yöntemini bilen aklı başında adamlar var. Gayet iyi bir biçimde
idare ediliyorlar” denmesinin sırrı bu. Oysa söz konusu eserlerden Cumhuriyet
tarihçilerinin 1962’den itibaren yapılan çevirilerle ancak haberi olacaktır.
Harp
Okulları’nda bile İbnül Esir, Azimi ve Mateos bırak okutulmayı, sınıflara sokulmazken
Şeyh Said bu eserleri, Ebu’l Faraç Tarihi’ni bile adamlarına okutmuş ve
ayaklanmanın planını ve stratejisini ona göre çizmiş. Diyarbakır kuşatmasında
başarılı olamamaları halinde ne yapacağını bile düşünmüş. İngilizlerin
işgalindeki Musul tarafından da uzak durmuş. Anlayacağımız Şeyh Said boş biri değil.
Bunun hesabını çok önceden yaptığı belli. Çoğu mutasavvıfın bilmesine rağmen
sırrına bir türlü eremediği İlme’l-Yakin, Ayne’l-Yakin ve Hakka’l Yakin denen
üç tılsımın ne olduğunu çok iyi bir biçimde kavramış. Şeyh Said, 878 yıl önceki
olayı aynı yerlerde Atlı muharipler yok olmadan bir kez daha yaşatmış ve gözler
önüne sermiş. O öğrendiğini aynı bölgede uygulamış, uyguladığı gibi tevhid[77] mertebesine
bile ermiş. Bu da gösteriyor ki, bölgedeki toplumun ya da başkaldıranların şuur
altında Oğuzlar olarak adlandırılan atalarının genlerinden gelen yansımalar
var. Zaten ayaklanmaya bir Kürt ayaklanması diyemeyiz. Olayı hafife almak,
basit bir isyanmış gibi nitelemek konu ile ilgilenenleri pek çok yanlışa sevk edebilir.
Ayaklanmanın (Mondros Mütarekesi, Paris
Konferansı ve Sevr Antlaşması’nda Kürdistan olarak nitelendirilen, ama o
nitelendirilmenin ne eyalet olarak[78] ne de Meclis zabıtlarında,[79] Osmanlıda ve Türkiye Cumhuriyeti’nde bir an bile söz
konusu olmadığı) 6 vilayette çıktığı doğru. Zaten olay üzerinde araştırma
yapanları yanıltan tek nokta da bu. Ancak olay Kürtçülük fikri ve Kürdistan emelinden
çok uzak. Eğer öyle olsaydı Kürtler isyana destek verirlerdi. Destek veren Kürt
sayısı yok denecek kadar az. Bunlar da Kürtleştirilmiş ama, aslını unutmamış
Türkmenler. Alevi Zazaların destek vermemesi de normal. Şeyh Said Alevi
Zazaları ikna etmek için çok çalışmış. Onlarla sıkı irtibat kurmuş, hatta
liderleriyle bir bir görüşmüş. Buna rağmen katılmamışlar. Alevi Zazalar Şeyh
Said’i diğer Sünni şeyhlerden biri olarak görmüşler. Ancak Prof. Dr. Hilmi Ziya
Ülken’e göre:
Tasavvuf,
yapı olarak bir noktadan sonra, Alevilik ve İmamiliğe yakınlaşmaya başlar.
Mutasavvıfa olan itimadın sırrı onun tekkelerin ve dergahların başı olarak
insan-ı kamil kabul edilmesi, hatta Gavs-ı Azam olarak nitelendirilmesindendir.
Çünkü o şeyhlerin şeyhidir. Bütün şeyhler ona bağlıdır. İşte mutasavvıftaki
fikri gelişme, zihinsel olgunlaşma ve hayat tecrübesi bakımından tasavvuf
sisteminin, devlet tarafından ne kadar kontrol altında bulundurulursa
bulundurulsun, zamanla isyanlara ve ihtilallere yol açması bundan ileri gelir.
Selçuklular’da Baba Resul isyanı, Osmanlılar’da Şeyh Bedrettin hareketi, hatta Şah
Kalender Sultan gailesi boşu boşuna durduk yerde çıkmamıştır.[80] Yani bütün mesele ilah-i takdir.
b) Şeyh Said Teslim Alınıyor:
26 Mart
1925’te Diyarbakır’dan başlayan askeri harekatta önce Kazı köyü kuşatılmış,
buradaki 300 ayaklanmacıyla çarpışma yaşanmış, köy teslim alınmıştı.[81] Asilerin bundan
sonra 27 Mart 1925’te Diyarbakır kuşatmasını kaldırıp kuzeye doğru
çekildikleri, Ordu birliklerinin onların yan taraflarını tutarak, kitle halinde
hepsini Çobakçor-Genç-Lice bölgesine sürdüğünden[82] bahsedilir. Asiler
meydana gelen çarpışmalarda, 3 Nisan’la 8 Nisan arasında çok kayıp vermişler.[83] 28 Mart 1925’ten
itibaren Lice-Hani istikametinde ilerleyen isyancılara karşı tayyareler kullanılmış,
bombalama yapılmış, direnenler makineli tüfek atışıyla dağıtılmıştı.[84] Bombalama yapılırken siper alan asiler
ellerindeki tüfeklerle bu tayyarelere ateş ediyorlar, düşürmeye
çalışıyorlarmış.[85] Bunu mahkeme başkanı
Süreyya Bey söylüyor.
5 Nisan günkü Hakimiyeti Milliye
gazetesi, Hani’den sonra Lice’nin ordu birliklerinin eline geçtiğini, buradan
Silvan üzerine yüründüğünü belirtmiş.[86] Aynı gazete 6
Nisan’da Çobakçor’un düştüğünü haber vermiş.[87] Çatışmada tayyareler
de kullanılmış. Nisan ayı olmasına rağmen hala kara kış vardı. 41. Tümen Genç
üzerine yürümüş.[88] 8 Nisan günü Şeyh
Said’in etrafındaki çember daralmaya başlıyor. Burada onun komutasındaki bir
grupla 4 saat süren bir çatışma yaşanmış. Çok kayıp vermişler. Gece vakti
kuzeye doğru çekiliyorlar.[89] Çatışmanın beş gün sürdüğü[90] de söyleniyor. Artık
isyanın son günlerindeydik. Şeyh Said ve adamları Çobakçor-Genç taraflarında
sıkıştırılmıştılar. Bu sırada Varto’dan adamlarıyla gelen Şeyh Abdullah, Arşık
dağlarında Şeyh Said’le buluşur, kafa kafaya vererek bir plan yapmaya
başlarlar. Ancak bazı şeyhler durumdan oldukça rahatsızdılar. Gidecek bir yer
kalmadığını düşünüyorlardı. Hatta içlerinde teslim olalım, başka çare yok
diyenler bile vardı.[91] Genç’te kurtulan
esirlerin verdiği bilgiye göre, Şeyh Said ve mahiyeti Murat suyunu geçmişler.[92] 400 kadar
atlıydılar. Bunlar 14 Nisan’da Ordu birliklerinin çemberini yarıp ırmak
kenarına gelmişlerdi. Murat suyu[93] yakınında
sıkıştırılırlar. Çatışma başlar. Şeyh Abdullah dahil bazı şeyhler teslim olur.
Ancak Şeyh Said teslim olmaz. Şerafettin Dağlarına doğru çekilir. Peşine bir
müfreze düşer. Şeyh Said bu müfrezeyle çarpışır ve teslim alınır.[94] Onun teslim olmasını
akrabası, Güllü’nün kocası Binbaşı Kasım’ın sağladığı[95] söylenir. Ancak Şeyhi
ve kalabalık grubu Abdurrahman Paşa Köprüsü tarafına art niyetli olarak çeken bacanağı
olan bu kişidir.[96] Yoksa yakalanmaları
kolay bir iş değilmiş. Dağlara doğru çekilen Şeyh teslim olmayacakmış. Hatta
onu varacağı yerde Hasenanlı Halit adamlarıyla birlikte beklemekteymiş.[97]
c) Şeyhi Yakalatan Cibranlı Kasım:
Şeyhin
teslim olması hakkında o kadar çok şey söylenir ki, bunların biri bile
birbirini tutmaz. Mele Şafii, Mele Yadin ve Mele Selim tarafından anlatılanlar
çok karmaşık. Sanki Arap saçı. Bu bilgileri süzgeçten geçirdiğimizde karşımıza
çıkan ise şu:
Kasım,
Muş cephesinden gelen Abdullah’la Varto’da buluşmuş. Emrindeyim diyerek onun
itimadını kazanmış. Sonra Melekan köyüne gelmişler. Şeyh Said, Genç civarında
adamlarını toplamış, “Doğuya
çekiliyoruz. İsteyen bizimle gelir, gelmek istemeyen de köyüne döner”
demiş. Genç bölgesini terk edip Melekan köyüne, Şeyh Abdullah’ın yanına gelmişler.
Şeyh Said’in planı kestirmeden Muş ovasından geçip dağlara çıkmakmış. Eğer o
şekil yapsaymış kurtulacakmış. Kasım, Ordu birlikleri komutanı Osman Paşa’ya
bir adamı vasıtası durumu bildirmiş. Ovayı askerler, hükümet yanlısı aşiretler
tutmuş. Şeyh ve adamları Murat suyunu geçiyorlar ama, geri dönüyorlar. Bu sefer
Varto tarafına ilerlemişler. Askeri birlikler peşlerinde. Abdurrahman Paşa
Köprüsü tarafına yönelmişler. Yolda Kasım, Şeyh Abdullah’ı ve bazı şeyhleri
nasıl yapmışsa kandırmış. Onlar Şeyh Said’le gitmemiş. Ayrılmışlar. Şeyhin
yanında silahlı 100 atlı kalmış. Abdurrahman Paşa Köprüsü’ne geldiklerinde askerler
çevrede tertibat almış bir biçimde bekliyorlarmış. “Teslim olun” demişler.[98]
Cibranlı
Halit’in kayınbiraderi olan Binbaşı Kasım Kürt asıllı ve Cibran aşiretine
mensup biri. Bu adam 13 Ocak 1943’te Söke kaymakamına, “Şeyhin bana güveni yoktu” demesi çok ilginç.[99] Kasım’ın olayı
anlatırken kardeşi Reşit ve adamlarından Bağlu köylü Gule Kello’nun silahlarını
şeyhe doğrultup telsim aldıklarını[100] söylüyor. Burası bir
az garip. Yüz silahlı adam içinde yapmak yürek ister. O emekli binbaşıymış.
Kendisine Cibranlı Kasım diyorlar.[101] Olaydan sonra
Aydın’ın Söke tarafında kendisine devlet tarafından ödül olarak verilen bir
çiftliğe yerleşmiş.[102] Mele Yadin’in
anlatmasına göre, köyüne dönen Gule Kello’nun evinin kapısına bir gün üç atlı
dayanıyor. Dışarı çıkınca, “Şeyhimize
ihanet edenlerden biri de sendin demek” deyip onu öldürüyorlar.[103]
Şeyh
Said’in askeri güçler tarafından ele geçiriliş tarihi 15 Nisan 1925’tir.[104] O gün Ankara’da bir resmi
tebliğ yayınlanıyor. Buna göre:
1- Genç birliklerimiz
tarafından işgal altında bulundurulmaktadır. Bölgede idare merkezlerimiz birer
birer alınmış, her tarafta yeniden hükümet otoritesi tesis edilmiştir.
2- Genç vilayetinin
kuzeyinde Şeyh Said ve isyanın diğer şefleri Doğu tarafında kaçmak isterlerken
Varto’nun güneyinde askeri birliklerimiz tarafından teslim alınarak, esir
edilmişlerdir. Bunlar şunlardır: Şeyh Said, Şeyh Abdullah, Şeyh Ali, Şeyh Galip,
Cibran beylerinden Kasım, İsmail ve Reşit, yine bu aşiretten Mehmet ve Timur
Ağalar. Ayrıca Kargapazarlı Reşit ve yirmi beş kişi. Şeyh Said’in üzerinde
ayaklanmaya dair planlar, vesikalar, yazışmalar ve bir heybe dolusu altın para
bulunmuştur.
3- Silvan civarında
ayaklanmanın liderliğini yapan Şeyh Şemsettin ve kardeşi Şeyh Seyfullah gelip
teslim olmuşlardır.
4- Liderlerinin
yakalanması ile başsız kalan isyancılar yer yer, zaman zaman gelerek
birliklerimize teslim olmaktadırlar.[105]
d)
Şeyh Said Diyarbakır’da:
Şeyh Said’in yaklanması ve ele
geçirilenler hakkında Erkanı Harbiye’ye ve Hükümete bilgi verilmiştir.[106] Ancak Şeyh Said’in torunlarından Av.
Muhammet D. Akar evrakları ve mektupları inkar etmiyor, ama bunların heybeyle
birlikte yakalanmadan önce suya atıldığını, yoksa idam edilen insan sayısının
47 kişiyle sınırlı kalmayacağını, yüzlerce kişinin idam edileceğini[107] söylüyor.
Şeyh Said’in yakalandığı o gün,
15 Nisan 1925’te Hakimiyeti Milliye gazetesinde, Bitlis’te yargılanan eski
Bitlis vekili Yusuf Ziya, Cibranlı
Miralay Halit, kardeşi Haluk ve Abdurrahman hakkında idam kararı verildiği ve
söz konusu kişilerin idam edildiği[108] haber olarak okuyucularına duyurulmuştur.
Şeyh Said’in yakalanmasından
sonra ayaklanma tamamen sona ermiş değildi. Jandarma çemberini yarıp dağlara
çekilen asiler vardı. Bunlar faaliyetlerine devam etmekteydiler. Silvan
civarından gelen haberler yoğundu. Karameşe mıntıkasında yüz kadar isyancı
görülmüş, o tarafa asker sevk edilmişti. Meydana gelen çatışmada asiler birkaç
maktul ve on kadar esir vererek Şerafettin Dağlarına çekilirler. Bu sırada
Hasenanlı Miralay Halit’ten, onun İran’a geçmeye çalıştığından haber alınır.[109] Silvan’da ayaklanmanın liderliğini üzerine
alan Şeyh Şemsettin ve Elazığ’da da Şeyh Şeref ele geçirilir.[110] 28 Nisan’da yayınlanan Hakimiyeti Milliye
gazetesi söz konusu şahısların yakalanma bilgisini vermiştir. Bazı asiler
jandarmanın sıkı takibiyle yakalanırlar. Bunlar yargılanmak üzere Divanı Harbe
ve mahkemeye sevk edilirler.[111]
Hakimiyeti Milliye gazetesine göre,
16 Nisan 1925’de göz altına alınan Şeyh Said, 6 Mayıs’ta Diyarbakır’a
getirilir. Onunla birlikte 38 arkadaşı daha vardı. Şeyh Said ve birkaç kişi
atlı haldeyken diğerleri yayaydılar. Önde bir müfreze, peşinde Şeyh Said,
damadı Şeyh Abdullah, Şeyh Şerif ve Emekli Binbaşı Kasım… Sonra bir piyade
taburu ve atlı müfreze. Askerler uygun adımla yürüyor, “Ankara’nın taşına bak” marşını söylüyordular. 3. Ordu müfettişi
Kazım Paşa, Kolordu kumandanı Mürsel Paşa, Vali Mithat Bey, Mahkeme başkanı ve
üyeleri Hükümet Konağı önünde kalabalık bir halde bekliyorlardı. Askerler uygun
adımlarla bir resmi geçit yaptı. Asiler konak önüne getirildiler. Mürsel Paşa,
varıp Şeyh Said’e hoş geldin dedi. Ona şefkatli davranıyordu. Hal hatırını
sorup yolculuğunda rahatsız olup olmadığını öğrenmeye çalıştı. Sağlık durumunu
da sordu. Şeyh Said yemek yiyemediğini, ama doktorların ilgilendiklerini
söyledi. Mürsel Paşa, Müfreze komutanına, çabuk tutukluları al, götür,
istirahat etsinler, ilgilen dedi. Bu esnada fotoğraf ve film çekiliyordu. O
anda gökte tayyareler belirdi. Alçak uçuş yapıyordular.[112]
Şeyh’in Yargılanması
a) Yargı ve Tanrı Alemi:
Yargı nedir? Yargı ilahi midir? Yargı
gerçekten bağımsız mıdır? Yargıçlar bir takım saik ve dürtülerin tesiri altında
kalabilirler mi? Savcılık iddia makamıdır ve bir devlet kurumudur. Öyleyse
hakimler halkı mı düşünür? Veya hakimler haktan yana mıdırlar? Yargı Türkiye
Cumhuriyeti kurulduğundan bu yana tam anlamıyla yerli yerine oturtuldu mu?
Yoksa aynı yanlışlara devam mı edilmektedir? Hakim karar verirken devleti mi,
halkı mı, öbür dünyayı mı düşünüp karar vermelidir? Çünkü bu mesuliyetli iştir,
vebali de büyüktür. Aynı durum öbür dünyada, ya da ömrü yeterse aksi iktidar
başa geldiğinde veya devlet el değiştirdiğinde her an başına gelebilir. Suçsuz
bir insanı cezalandırmak ya da onu idama yollamak hakimin ilmeği kendi boynuna
takıp intihar etmesi midir?
Devlete isyanın cezası her an
idamdır. Peki, devlet Tanrı’dan üstün müdür? Yahut o yapı, Tanrı’ya da mı
tahakküm etmek istemektedir? Her devlet bir devlete isyan akabinde kurulur.
Başarılı olunur ise, yargılanmaz. İsyan niteliğinde devletin adaleti isyancılar
tarafından gıyabında yargılanır. Ancak kendisi devlet olunca isyanı başarıya
ulaştıranlar adaleti tam anlamı ile yerine getirmekte midirler?
İhtilallerde adalet aranmaz. Hatta
devrimlerde de. Bu gibi durumlarda kabul önemlidir. Kabul etmeyenler dışlanır,
hatta yok edilir. Bunun çeşitli yolları vardır. Baştakilerin zekasına göre
değişir. Ancak bir devlet kurulduktan sonra, yöneticilerin halka dayatması bir
devrim niteliğinde midir? Toplumun şekli ve şemasının halkın onayı alınmadan
devlet eliyle değiştirilmesi ihtilal olarak nitelendirilebilir mi? Yoksa bu
tahakküm müdür? Veyahut ben Tanrı’yım mı demektir? Halkı göz önüne almayan
devletin bu niteliği sona mı erer? Baştakilerin keyfi tutumu ya da kendi
çıkarlarını ön plana alıp toplumu düşünmemeleri adalet anlayışını kaldırıp bir
kenara atmak mı demektir. Demokrasiye bile tahammül edilmiyor, hatta demokratik
yanlı girişimler başka yollarla cezalandırılıyor ise, halkın kendi kaderine
rıza mı göstermesi lazımdır? Gerçekten adalet nedir? Göze göz, dişe diş mi?
Demokrasi çoğunluğun yönetimi değil midir? Azınlık sırf dini bir kavram
değildir, etnik bir kavramdır da; öyleyse % 5 nüfusun ülkenin kaderine hakim
olması saltanat rejimi ya da despotluk uygulamasından başka nedir? Peki,
Cumhuriyeti niye kurdunuz? Görüyoruz ki kavramların bile içine ediyorlar.
Yoksa Cumhuriyet Roma’dan mı
alınmıştır?
Roma Cumhuriyeti’nin M.Ö. XVIII.
Yüzyıl’da başladığı söylenir. Ancak Roma şehri M.Ö. VIII. Yüzyıl’da
kurulmuştur. Roma M.Ö. VI. Yüzyıl’da kendini göstermeye başladı. Krallıkla
yönetiliyordu. M.Ö. II. Yüzyıl’ın ortalarına kadar da krallıkla yönetilmeye
devam etti. M.Ö. 148’den itibaren komutanlar, bilhassa başkomutanlar ülkenin
kaderine hakim oldu, M.Ö. I. Yüzyıl’ın üçüncü çeyreğinin son yıllarına kadar
sürdü. Bunun adına Cumhuriyet dediler. Aslında bir diktatörlük idaresiydi.
Senatörler vardı. Ancak bu senatörleri halk mı seçiyordu, yoksa Roma şehrinin
üst tabakası mı? Sultanlık ya da Padişahlık rejiminde de bir nevi senatörler
demek olan vezirler vardı. Ancak bu vezirler sırf Konya ya da İstanbul’dan
çıkmıyor, başka şehirlerden de yetişip geliyordular. Yanlış iş yaptığı yahut
hükümdara karşı geldiği zaman Başvezir, yani Sadrazam görevden alınıyordu.
Oysa Eski Türklerde bir Tanrı alemi
vardı. Bu alem Kayra Han, Erlik, yahut Yerlik Han, Bay Ülgen, Ayzıt ve Umay
tarafından yönetiliyordu. Her şey yerli yerine oturmuştu. Yeryüzünde Tanrı
aleminin temsilcisi Yalvaçlar ya da Tenriken’lerdi. Yalvaçlar halk içinden,
Tenrikenler Han sülalesinden çıkardı. Baksular, Kamlar, Şamanlar, Gökçeler ve
Kocalar Ruhlar alemiyle ilişki kurar, kimi zaman Tanrı alemine de sirayet
ederlerdi. Hakime yargucı denir, Savcı ise aynı adla anılırdı. Suçluya yazuk,
onunla işbirliği yapanlara yazuklu denirdi. Bu yazuk kelimesi acıma duygusundan
ileri gelmiş, merhametin gösterilmesine işaret etmişti. Kimi zaman yazuklar af
edilirdi. Af makamı kağandı. Bu affın gerçekleşmesi doğruların söylenmesine
bağlıydı. Yalancılara af yoktu. Türkler yalanla dünyanın payidar olmayacağını
çok iyi biliyordular. İşte bu nedenle onlar Müslüman olmuştular. İslamiyeti
kabul ederlerken Lahut alemini Tanrı alemine yakın bulmuşlardı. Aslında İslamda
da yaratılıştan önce o alemi yöneten beş varlık vardı. Bunlar Ferid-i kevnü
zaman için Kevnü mekanda halk edilmiştiler. Adem yaratıldı. Melekler secde
etti. Duygu, düşünce, görüş, anlayış, kavrayış, ittihat ve terakki sahibi insan
meydana çıktı. Azazil secde etmedi. Çünkü o Ademi kendi varlığından başka bir
varlık olarak görmüştü. Oysa diğer melekler Ademin varlığında yok olmuş, fena fillah
telakkisiyle yeni bir varlığa bürünmüştüler. Azazil kötülüğü ve çirkinliği
temsil etmek için İblis adını aldı. Bu bir takdir gereğiydi. Ancak Azazil insan
varlığı yok olunca Kevnü mekanda yine eski varlığına kavuşacağını çok iyi
biliyordu.
b) Mahkemenin Başlaması:
Şeyh Said ve adamlarının 6 Mayıs
1925’te Diyarbakır’a getirilmelerinin 20.’nci günü Şark İstiklal Mahkemesi’nde
yargılamaları başlamıştır. 20 günlük sürede Savcı Süreyya Bey, Şeyh Said’le
yakından ilgilenmiş, onunla dostluk münasebeti kurmaya çalışmış, bu arada ona
resmi olmayan ve kayıtlara geçemeyen sorular da sormuştur. Sorgulamada Şeyh
Said, ayaklanmanın basit bir meseleden kaynaklandığını, ayaklanmanın önceden
planlanmadığını, isyana katılanlar
gibi kendisinin de isyanın başında değil, içinde bulunduğunu söylemiştir. Hatta
o, savcının basit bir jandarma olayının nasıl böyle bir hal aldığının
anlaşılmasının çok zor olduğunu belirtmesi üzerine, haklısın diyerek savcının
sözlerini tasdik eder.
Savcı Süreyya Bey, Şeyh Said’in eğer isyanın
daha önceden planlanmadığını hakimlere inandırabilirse idamdan kurtulabileceği,
onun belki de af edileceği düşüncesindedir. Çünkü Şeyh Said, ona ayaklanmanın
başına kendi isteğiyle değil, buna takdir-i ilahi mi denir, zorla, mecbur
kalarak geçtiğini beyan etmiştir. Savcı, bu resmi olmayan konuşmaların ikisi
arasında kalacağını, kimseye söylemeyeceğini, hakkında delil olarak da
kullanmayacağını açıklar, hatta yemin bile eder. Şeyh Said, olayın
planlanmadığında ısrarlıdır. Şeriat ve İslami hükümler için ve bunu hükümete
kabul ettirmek için ayaklanmıştır. Kendisine daha önce Kürdistan için ayaklanma
teklifinde bulunan Yusuf Ziya ve Cibranlı Halit’le herhangi bir ilişkisi ve
bağlantısı olmadığını, onların teklifini kabul etmediğini ve Kürtçülük fikrini
benimsemediğini açıklar. Savcı, ona “Elimden
olsa sizi ömür boyu hapseder, Cumhuriyetin bu ülkeye sağlayacağı yararları
görmenizi isterdim” der ve adalete güvenmesini söyler. Şeyh Said, ben
adalet istemiyorum, merhamet ve af istiyorum; beni uzak bir yere sürsünler; orada
ikamet etmemi mecbur kılsınlar, der.[113]
O bunu derken cezasının idam olacağını bilmektedir. Sürgünlükte ise Osmanlıdaki
bazı uygulamalara dikkat çekmiştir. O bunun olmayacağını da bilmektedir.
Mahkeme 26 Mayıs 1925’te başladı. Kalabalık
bir izleyici kitlesi vardı. Şeyh Sait, Şeyh Abdullah, Şeyh İsmail, Şeyh
Abdullatif, Emekli Binbaşı Kasım, Hacı Halit, Abdülhamit, Kamil Bey, Çerkez
Reşit, Emekli Binbaşı İsmail, İmam Emin, Şeyh Ali, Baba Molla, Reşit ve Timur
Ağa; diğerleri: Abdullatif, Süleyman, Mehmet, Emekli Yüzbaşı Bahri, Emin,
Şevket, Maksut, Halit, Malazgirt Savcısı Abdülmecit, Şeyh Şerif, Çobakçorlu
Süleyman, Ali, Yusuf, Hüseyin, Muallim Cemil, Nimet, Ahmet, Teğmen Mehmet
Mihri, Genç Sağlık Memuru Niyazi ve Hacı Sadık beyler… Sanıklar salona
getirilip her biri sanık sandalyesinde yerini aldıktan sonra kimlik tespiti
yapıldı. Mahkeme başkanı Mazhar Müfit Bey, Şeyh Said dahil, bütün sanıklara
saygılıydı, onlara siz, Şeyh hazretleri ve Efendi hazretleri biçiminde hitap
ediyordu. Birkaç gün önce başka bir mahkemede Seyit Abdülkadir ve arkadaşları
idama mahkum edilmiştiler.[114]
Mahkeme üyeliklerine Kırşehir vekili Lütfi
Müfit, Urfa vekili Ali Saip, yedek üyeliğe ise Bozok vekili Avni Bey
getirilmiştiler.[115] Savcı Süreyya Bey tarafından iddianame
okunmaya başlandı:
“Türk ülkesinin şark vilayetlerinin bir
kısmında bütün dünyanın muhtelif şekillerde öğrendiği bir isyan hadisesi vardı.
İsyan hiç şüphe yok ki, senelerce içerden ve isyan sahası dışından vaki olmuş
telkinler ve tasavvurlarla eşkıya hareketlerinin fiilen gözükmesiyle meydana
çıkmıştır. İsyan hadisesi iddianamede anlatıldığı üzere güya Peygamber dininin
yükseltilmesi perdesi altında meydana getirilmiştir. Hâlbuki asıl gaye Türk
vatanının muayyen bir kısmını ana yurttan ayırmak, vatanın birlik ve beraberliğini
bozup dağıtmaktan ibaretti.
Huzurunuzda bulunan Şeyh Sait, yüzlerce, binlerce askerin, halkın, Müslümanın
malını, canını yok eden hareketleri fiilen idare etmiş ve hepsine amil olmuş
bir vatan hainidir. Öbür sanıklardan Şeyh Abdullatif ve kardeşi Şeyh İsmail,
isyanın şefi olan Şeyh Sait’in bu eşkıyalık hareketine fiilen katılmışlar ve
Diyarbakır’a yapılan hücumun muvaffak olması için telkinlerde bulunmuşlardır.
Şeyh Mehmet Şerif, Elazığ cephesi kumandanı adıyla oradaki hareketi
idare etmiş, Şeyh Abdullah Genç ve Varto hareketlerinde bulunmuş ve kendisine
Şeyh Mehmet Şerif gibi cephe kumandanı unvanı verilmiştir. Şeyh Sait’in de
damadıdır.
Kasım, Şeyh Abdullah’ın Varto’yu işgal etmesi üzerine kendisine
katılmış ve onunla uzun müddet birlikte çalışmıştır. Şeyh Ali ve Şeyh Musa bir
sürü eşkıyaya kumanda etmekten sanıktır. Mehmet Mihri’nin isyandan önceki
günlerde hazırlıklara iştirak ettiğine dair elimizde esaslı deliller olmamakla
beraber Şeyh Sait tarafından hizmete alınmış ve vazifesini terk etmiştir. Baba
Bey ve Kâmil Bey de asilerin birer şefidir. Diğer sanıklarda harekete fiilen
iştirak etmişler hep aynı gaye için çalışmışlardır. İddialarımız soruşturma evrakı,
mektuplar ve mahkeme esnasındaki sorgulardan anlaşılacağından, mahkemenin bu esaslara
göre yapılmasını talep ve dava ederim.”[116]
c) Hakim Sorgusu
Hakim’in, ayaklanmanın bir ilham sonucu mu çıktığı
sorusuna Şeyh, ilham gelmedi, ancak
kitaplarda okudum; gördüm ki, şeriattan ayrılınırsa isyan vacip olur; hükümete
bunu anlatmak istedik; hiç olmazsa bir kısmı uygulansın diyecektik; kader beni
bu işe soktu, içine girdim, bir daha da çıkamadım, der. Hakim’in, vaciptir diyorsun, şartı yok muydu
sorusuna Şeyh, şer'an vaciptir, öyle
biliyorum, cevabını verir. Hakim’in Müslüman
isyan eder mi sorusuna Şeyh, şeriye
şartları uygulanmazsa dedim, der. Hakim’in isyanın amacı neydi sorusuna Şeyh, kitapta kıyam vaciptir deniyor, cinayet, zina ve müskirat gibi durumlar
yasaklanıyor; Müslümanız, bu nedenle bizde Türk ve Kürt ayrımı yoktur, der.
Hakim’in, Şeyh Efendi, bunu bırakın, ben
kıyamın nedenini öğrenmek istedim, onu söyleyin demesi üzerine Şeyh, Piran'daki olaydır; çatışma çıktı,
bana yamandı; oysa köyde teğmene üç defa rica etmiştim, adamlar yeminliler,
ısrar etmeyin de dedim; sekizi bırakıldı, ikisi tutuklandı, diğer ikisi karşı
koydu; olay böylece patlak verdi; ben adamlarımı alıp köyden çıktım; bundan
sonra işe köylüler karıştı; ayaklanma başladı, ben de dahil oldum, der.
Hakim’in, Şeyh Efendi Piran'dan önce
kıyamı düşünüyor muydunuz sorusuna Şeyh, kalbimden geçiyordu; ancak savaşmak niyetinde değildim; broşürler yazıp
meclise göndermeyi ve çıkarılacak olan yasaların şeriata uygun olarak
düzenlenmesini sağlamayı düşünüyordum cevabını verir. Hakim’in, neden yapmadınız sorusuna Şeyh, bu hususta ilkin kitapları inceleyim,
bilimsel araştırma yapayım dedim, ancak olmadı, kader Piran'a sürükledi, orada
olay çıktı; bunun önünü alamadık, der. Hakim’in, isyanın nedeni şeriatın uygulanmaması, öyle mi sorusuna Şeyh, eğer
ki şeriat uygulanmazsa, bu ise şeriata göre isyanın gerekçesidir; isyandan
sonra günahkar olmayız dedim, der. Hakim’in, Müslümansınız; Müslümanları da birbirinin kardeşi olarak
nitelemektesiniz; ancak Müslümanın Müslüman üzerine kıtal göndermesi doğru mu;
bu caiz midir sorusuna Şeyh, evet,
kardeştirler; imama kıyam etmekle Müslümanlar arası muharebe yasaklanmaz; kitap
böyle diyor, der. Hakim’in, kardeştirler
ama, siz nasıl onları çatışmaya sevk ettiniz sorusuna Şeyh, bunu Hazreti Ali de yaptı; oysa savaşanlar
Müslümandı; savaşsalar bile yine kardeştirler, cevabını verir. Hakim’in, kıyam vaciptir dediniz; peki, küffar kutsal
kitabımızı çiğnerken cihat nedir, söyleyiniz sorusuna Şeyh, beli, farzdır, der. Hakim’in, Yunanlılar ülkeyi işgal ederken, neden o
4000 kişiyle onların üzerine yürümediniz sorusuna Şeyh, çok perişandık, zamanımız yoktu; Balkan
savaşında variyetliydik, katılalım dedik, olmadı; oysa son savaşta muhacirdik,
fakirdik, cevabını verir. Hakim’in, isyanı kimlerle ve nerede planladınız sorusuna Şeyh, önceden plan yoktu,
Piran olayı ile çıktı, içine düştük ve işe dahil olduk; olaydan sonra Lice'ye
geldim, ama kimseye bir şey söylemedim, der. Hakim’in, oğlunuz Ali Rıza; o İstanbul'dan geldi, sonra isyan oldu sözüne
Şeyh, bir ay sonraydı, cevabını
verir. Hakim’in, oğlunuz İstanbul'da,
oraya varınca isyanla ilgili kimlerle konuştu ve size getirdiği haber ne idi
sorusuna Şeyh, o isyan hazırlığını İstanbul'da işitmemişti; hatta Halit
Bey'in tutuklandığını da Erzurum'da bulunan oğlundan duymuş, der. Hakim’in, oğlunuz geldikten sonra, size İstanbul’dan şeriat
konusu ile ilgili bir şeyler söylemiştir herhalde sorusuna Şeyh, o İstanbul'a vardığında Hınıs Kürtlerinden birinin
misafiri olmuş ve Seyid Abdülkadir Efendi'yi de ziyaret etmiş, cevabını verir. Hakim’in, İstanbul'a gitmesinin amacı neydi sorusuna Şeyh, Halepli
tüccarlara mal satmıştı cevabını verir. Hakim’in, oğlunuz döndükten
sonra onunla nerede buluştunuz sorusuna Şeyh, Şuşar'da cevabını verir. Hakim’in, jandarmalar geldi, çatışma oldu, jandarma vuruldu; bu
isyan böylece çıktı dediniz sözüne Şeyh, jandarma vurulmasaydı, ben görevim neyse
onu yerine getirecektim, der. Hakim’in, jandarmalar görevini yapıyor ama, siz onlara karşı
halkı ayağa kaldırıyorsunuz sözüne Şeyh, hayır; bence olay basitti; jandarmalara
bunlar yeminlidir, teslim olmazlar, yapmayın dedim, der. Hakim’in, ondan sonra bir şey
oldu mu sorusuna Şeyh, çarpıştılar,
der. Hakim’in, öyle ise ne oldu da
siz halkı ayaklandırdınız sorusuna Şeyh, ben köyde durmadım, ayrıldım; ayaklanma
koptu; böylece ben ayaklanmanın başına geçtim, der. Hakim’in, ayaklanma meydana geldi de, siz bundan sonra mı
ayaklanmanın başına geçtiniz sorusuna Şeyh, ben Darahini'ye gelmemiştim, şehri muhasaraya
başladıklarını duydum, der. Hakim’in, Şeyh Efendi, bu
isyanın nedeni jandarmalar değildir, sizin yaptığınız propaganda ve
açıklamalardır sözüne Şeyh, jandarmalar
olmasaydı, isyan meydana gelirdi ama, bu belki bir yıl, belki altı ay sonra
olurdu, yahut hiç olmazdı, der. Hakim’in, jandarma meselesi
sizin düşünce ve tasavvurlarınızı harekete geçirdi; eğer ki olmasaydı, bir yıl
sonra, altı ay sonra bu isyan olurdu dediniz, öyle değil mi sorusuna Şeyh, jandarma meselesi
olmasaydı, belki de hiç olmazdı; Allah kader yazdı
ise, olurdu cevabını verir. Hakim’in, her şeyi kaza ya da kadere mal ediyorsunuz: sizin kendi
iradeniz yok mudur sorusuna Şeyh,
hayır, iradem de var: ben tabi ki boş değilim: dahlim var, bunu inkar
edemem, der. Hakim’in, isyanı tek başınıza
sizin başlattığınıza pek inanmıyorum; herhalde bunu teşvik edenler vardır sorusuna Şeyh, ne içerden, ne de dışardan isyanı teşvik eden bir kişi
bile yoktur; dışarıdan dediğim ise ecnebilerdir cevabını verir. Hakim’in, demek ki, ayaklanmayı sırf zat-ı âliniz düşünmüştür sözüne Şeyh, evet, bu işte benim düşünce ve fikrim de vardı; bilim
adamlarını ve düşünürleri göreyim, fikirlerini alayım dedim. Çünkü din
kalkmıştı, maneviyat da unutulmuştu; bunları yeniden yerine oturtalım dedim;
öyle ümit ediyordum, der. Hakim’in, onlarla görüştünüz
mü sorusuna Şeyh, görüşmedim, daha doğrusu görüşemedim; zaman bulamadım,
çünkü olay meydana geldi, der. Hakim’in, mektuplarınızda
Emirülmücahidin adını kullanıyorsunuz; insan kendi kendine bu adı alır mı sorusuna Şeyh, emirlere Emirülmücahidin adıyla yazıyordum; bunu,
büyüklüğü kendime layık görmediğimden yaptım; sonra Hadimülmücahidin adını
kullandım, der. Hakim’in, şehri alacağınıza inanarak mı Diyarbakır'a hücumu
gerçekleştirdiniz sorusuna Şeyh, ben Diyarbakır'a
saldırma taraftarı değildim; ama bazı tanıdıklarım bunu istedi, der. Hakim’in, kimlerdi onlar sorusuna Şeyh, Hanili Halit Bey bu işe taraftardı cevabını verir. Hakim’in, alamayacağınızı bildiğiniz halde kaleye neden hücumu gerçekleştirdiniz sorusuna Şeyh, birkaç muharebe olmuş, duyduğuma göre Kürtler bu işi
başarmış, öyle diyorlardı; yine böyle olur sandım, ama olmadı, der. Hakim’in, Diyarbakır içinden bilgi alıyor
muydunuz sorusuna Şeyh, şehir içiyle herhangi bir alışverişimiz yoktu; ancak
halkın çoğunun dini değerlere önem verdiğini biliyorduk, der. Hakim’in, yani, almaya ümitliydiniz sorusuna Şeyh, ümitliydik, halktan da ümitliydik, cevabını verir. Hakim’in, Necip Bey ve Cemil Paşazadeler görüş olarak eğilimliydiler ne idi sorusuna Şeyh, ben
birini bile tanımam., ancak adlarını işitmişliğim var, Nakip ve Cemil
Paşazadeler şeriata meyyal, seninle birlikte olabilirler diyorlardı; ancak
kendilerini tanımam, cevabını verir. Hakim’in, böyle önemli bir
şeyi neden araştırma lüzumu duymadınız sorusuna Şeyh, haddi hesabı
olmayan yalan ve yanlış bilgiler alıyorduk; Muş ve Bitlis adamlarımız
tarafından işgal edilmiş diye haberler geliyor, sonra bunların doğru olmadığı
meydana çıkıyordu; ne postamız vardı, ne de irtibatımız, der. Hakim’in, hiçbir
şeyiniz yokken, bu kadar ümmet-i Muhammed'i birbirine kırdırmak caiz mi
sorusuna Şeyh, zaten olan olmuştu;
Darahini'ye hücuma geçmişlerdi, der. Hakim’in, Elazığ'a saldıran kuvvetlere kim komuta ediyordu sorusuna Şeyh, Şeyh Şerif'i tayin etmiştim; odur, der.
Hakim’in, başka kumandanlar kimlerdi
sorusuna Şeyh, Gazik cephesini de ona
vermiştim, Palu'ya kadar gidebilirsin de demiştim; Melekanlı Şeyh Abdullah'ı Gırvas ve Muş cephelerine tayin etmiştim; Şeyh Hasan'a Kiğı cephesini vermiştim; Şeyh Hasan burada yoktur;
kumandanlar ise ağalar, muhtarlar ve aşiret şefleriydi; benim düzenli halde bir
ordum yoktu, der. Hakim’in, Diyarbakır'ı almakta amacınız ne idi sorusuna Şeyh, demek ki, rızkımız ve nasibimiz o
taraftanmış; Diyarbakır'a hakim olduktan sonra ileri
gelenlerle bir araya gelip hükümetle müzakere yapmak isteyecektik cevabını verir. Hakim’in, isyandan önce hükümetle görüşme yapsaydınız sözüne Şeyh, vaktimiz olmadı cevabını verir. Hakim’in,
Hükümet taleplerinizi eğer ki kabul
etseydi ne olurdu sorusuna Şeyh, günahtan
kurtulur, evimizde otururduk; Hükümet isteklerimizi kabul etseydi, hicret
etmeyi isteyebilirdik; buna izin vermeselerdi, o zaman günah bizden giderdi,
otururduk, beklerdik, der. Hakim’in, bir
mektubunuzda fetih kelimesine yer veriyorsunuz, bunun anlamı nedir sorusuna
Şeyh, her neresi alınır ise biz ona
fethedildi gözüyle bakarız, der. Hakim’in, fetihten sonra hakim olduğunuz topraklarda bağımsız olarak bir
Kürdistan mı teşekkül ettirecektiniz sorusuna Şeyh, bizim öyle bir niyetimiz ve tasavvurumuz yoktu; amacımız
şeriat kurallarını uygulamaktı, ben ne başkanlık kabul ederdim, ne de bunu
yapmak elimden gelirdi, der. Hakim’in, buradaki
bildiriye ne dersiniz sorusuna Şeyh, ondan
haberim yok, kim yazmış, onu da bilmiyorum, der. Hakim’in, Diyarbakır'ı aldıktan sonra eğer ki hükümet
tekliflerinizi kabul etmiş olsaydı çekip gidecektiniz, öyle mi sorusuna
Şeyh, sonucun nasıl olacağını bir an
bile düşünmedim; mebusların büyük kısmı dindardı; isteklerimizi kabul ederler,
medreseleri yeniden açarlardı dedik cevabını verir. Hakim’in, Türkiye Cumhuriyeti askerleri, bu Müslüman
askerler bizi mahvederler diye hiç düşünmediniz mi; ayaklanma kuvvetini size
veren nedir sorusana Şeyh, bilgimiz
yoktu, anlayamadık, bu kadar askerin bu kadar hızla bölgeye gönderilebileceğini
sanmıyorduk, der. Hakim’in, sonunda
anladınız, öyle mi sorusuna Şeyh, beli,
şimdi anladım, der. Hakim’in, bu
isyanın esası nedir sorusuna Şeyh, esasını
demekle, kime atfedeyim, der. Hakim’in, Lice'ye yazmış olduğunuz mektuba göre önceden bunu düşünmüşsünüz
sorusuna Şeyh, o yazı benim değil, imza
da benim değil; ifade de zaten benim değil, der. Hakim’in, isyana ben karar verdim demiştiniz; bu
havalide sizi tanıyan bir kimse bile olmadığına göre, siz nasıl Diyarbakır'a
hücum ettiniz; herhalde bunlar önceden oturulup düşünülmüş ve karar verilmiş
şeylerdir sorusuna Şeyh, olay oldu;
kimse varmamıştı daha, önce ben vardım; Allahu Teala'nın kaderiymiş; olayın
içine dahil oldum; eğer düşünülmüş ve planlanmış bir şey var ise benim
söylememe lüzum yok, zaten biliniyor cevabını verir. Hakim’in, Türk askerlerini Müslüman olarak mı gördün,
yoksa kafir mi sorusuna Şeyh, Müslüman
olarak telakki ettim cevabını verir. Hakim’in, İslam içinde sizden bilgini yok muydu; var ise neden sadece siz düşünüp
karar veriyordunuz sorusuna Şeyh, başka alim elbette vardı, çoktur, der. Hakim’in,
yapılmıyor, uygulanmıyor ise, peki onlar
neden talep etmiyorlar sorusuna Şeyh, ne
kadar ehli şeriat varsa hepsi de talep ediyor, ama onlar canından ve malından olmaktan
korkuyorlar cevabını verir. Hakim’in, bunların
içinde en âlimi ve en cesuru sen misin sorusuna Şeyh, en âlimi ben değilim ama, tehlikeye atılan da benim, der. Hakim’in,
memleketten çıktığınız ay hangi aydı
sorusuna Şeyh, Kanuni Evvel'de çıktım,
der. Hakim’in, sizin durumunuzda olan ve
yaşlı bulunan biri kışın şiddetini en artırdığı bir zamanda memleketinden çıkar
mı sorusuna Şeyh, günde üç saat yol
alıyorduk, fazla gitmiyorduk; yerler de müsaitti; odun ve ateş de vardı
cevabını verir. Hakim’in, ilkbahar ya da yazın yahut sonbaharda çıksaydınız, bu
sizin için çok daha iyi olmaz mıydı sorusuna Şeyh, yazın ziraat ve
ticaretle meşgulüz, ancak kışın boşuz, iş yok, der. Hakim’in, isyana, yani olayın meydana gelişine kadar
ne kadar zaman geçti sorusuna Şeyh, iki
aydan fazla zaman geçmişti cevabını verir. Hakim’in, isyandan iki ay once memleketten çıkıyor, sonra da isyan ediyorsunuz
sözüne Şeyh, evet, düşünce ve fikrimde
vardı; ancak şimdilik niyetimizde yoktu; ama isyan birden patladı, der. Hakim’in,
oğlunuz Halep'ten geçiyor sözüne
Şeyh, ticaret için oraya gitmişti;
parasını İstanbul'a poliçe olarak vermişlerdi; bu nedenle İstanbul'a gitti ve
parasını aldı cevabının verir. Hakim’in, Halep ve İstanbul'a ticaret için gitti diyorsunuz; oralarda bazı
kimselerle görüşmüştü, bunu size söyledi, siz de ayaklandınız, öyle mi
sorusuna Şeyh, o geldiğinde ben
memleketten çıkmıştım; onunla Şuşar'da buluştuk, isyandan kırk gün kadar
önceydi cevabının verir. Hakim’in, Diyarbakır'a
neden hücum ettiniz sorusuna Şeyh, orada
cephane çok olduğunu biliyorduk, cephane ve silah temin etmek için oraya hücum
ettik cevabının verir. Hakim’in, Diyarbakır'ı
almayı başaramadınız; peki ondan sonra ne gibi harekatlarda bulundunuz
sorusuna Şeyh, Çapakçur'a ve Darahini'ye
geldik; Licelilerin beni karşılamaya geldiklerini gördüm: ancak Lice'ye gitmeye
hiç niyetim yoktu; (Diyarbakır’a ikinci defa saldıracaktım; itiraz edenler
oldu, bu nedenle) Kürtlere izin verip
hepsini köylerine, evlerine gönderdim. Sonra Eğil'e vardım; Maden ve Ergani'nin
adamlarımız tarafından işgal edildiğini burada duydum cevabını verir.
Hakim’in, Türklerle ilişki
kurmuyordunuz, neden sorusuna Şeyh, Eğil
ve Ergani taraflarında Türkler çoktu; haber gönderip birlikte dinimiz için
çalışalım dedim cevabını verir. Hakim’in, onlar da sizinle birlikte mi
isyan ettiler sorusuna Şeyh, gelen
geliyor, gelmeyen gelmiyordu cevabını verir. Hakim’in, Ergani'de kimler vardı sorusuna Şeyh, Şevket Efendi, Hamit Ağa ve Hacı Hüsnü Efendi vardı cevabını
verir. Hakim’in, bunlar Türk mü, Kürt mü
sorusuna Şeyh, Türktürler, onlar
isyana iştirak ettiler cevabını verir. Hakim’in, Kürt Teali Cemiyeti'nden haberiniz olmadığını beyan ettiniz; peki
Bitlisli Yusuf Ziya Bey geldiği zaman onunla ne görüştünüz sorusuna Şeyh, Yusuf Ziya'yı tanırım; evet doğru, bana
gelmişti; Ramazanda idi; Bitlisli Haydar Efendi Yusuf Ziya Bey'in Muşlu Reşit
Bey'le birlikte ziyaretime geldiğini söyledi; kendisinden ders almıştım; birkaç
saat yanımda kaldılar; çay içip gittiler; baharda da Hınıs'a gelmiş; benim
köyüme uğramıştı; orada meseleyi açtı; “Biz Kürdistan kurmak üzereyiz” dedi.
Olmaz dedim. Fikrim Kürdistan’ın kurulmasını kabul edemiyordu, cevabını
verir.[117]
Şeyh’in İdamı
a) Seyit Abdülkadir’in İdamı:
14 Nisan 1925’te Şark
İstiklal Mahkemesi Şeyh Said Ayaklanmasına katılan Şeyh Eyüp ve çoktan beri
Diyarbakır’da propaganda yapmakla suçlanan Dr. Fuat Bey’in davalarına bakar.
Şeyh Eyüp, ayaklanmaya bilfiil iştirak etmiş, isyancılarla birlikte
askerlerimize karşı çarpışmıştı. Sorgulanmasında, kendisine Cumhuriyet Halk
Fırkası ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası sorulduğu zaman, biri
Cumhuriyetçidir, diğeri hem Cumhuriyetçi hem de Terakkiperverdir; ancak ikinci
parti dine hürmetkardır demiş, Ali Fethi Bey’in evinde 15 gün kadar misafir
kaldığını söylemişti. Bu şeyh Şeyh Said İsyanına iştirak etmekle, Cumhuriyete
karşı çıkmakla ve Kürdistan’ın teşekkülü için çalışmakla itham edilerek idama
mahkum edilir. Doktor Fuat ise soruşturmasında kendisinin Türk olduğunu ifade
etmişti. Ancak o, Kürt milliyetçiliği için çalışmak, Kürt Hükümeti teşekkülü için
faaliyet göstermek, 21 Şubat 1925 tarihli Damat Ferit Paşa’ya yolladığı
mektupta ona Kürt İstiklal Komitesi’nin çalışmaları hakkında bilgi vermekle,
ayrıca mektupta Şeyh Said’in de bu komitenin faaliyetlerine katıldığını ve
isyan için hazırlandığını beyan etmekle suçlanmıştı. Onun da idamına karar
verilir.[118]
29 Mart 1925 raporuna
göre, Seyit Abdülkadir davasında Kör Sadi, Seyit Abdülkadir’in kendisine Şeyh
Said Ayaklanması’nı Van ve Erzurum taraflarında yaymayı, bu arada onun
İstanbul’da bir hükümet darbesi başlatmayı teklif ettiğini söylemişti. Bu
teklif beyanında, İngilizler İstanbul’daki Kürtleri silahlandıracak, ihtilal
dini ve gerici bir nitelik taşıyacak, emniyet müdürlüğünün işgal edilecek,
ihtilalin Bursa, Konya ve İzmir’e yayılacak, Ankara’nın iki ateş arasında
kalacak, bundan sonra Vahdettin’in yeniden İstanbul’a getirilecekti. Seyit
Abdülkadir ise sorgulanmasında, İttihat ve Terakki Kabinesi’nde Ayan üyeliği,
Damat Ferit Paşa Kabinesi’nde Danıştay Başkanlığı yaptığını; İşgal kuvvetleri
tarafından Doğu vilayetlerinde Ermenistan kurulması için çalışıldığını,
Ermenistan kurulmasına muhalefet ettiğini, Musul’da gelmeden önce bir Kürt Teli
Cemiyeti teşkil edilerek kendisinin bu cemiyete zorla başkan yapıldığını,
birinci reis vekili Mustafa Zihni Paşa ve ikinci reis vekili Emin Avni Bey’le
birlikte Damat Ferit Paşa’ya karşı Ermenistan’ı kurulmasına muhalefet
ettiklerini, bir gün alınıp İngiliz elçiliğine götürüldüğünü, orada kendisine
şimdiye kadar Kürdistan yoktu, şimdi mi çıktı dendiğini, kendisinin oralar
Kürttür, Ermenistan olamaz dediğini, maksadının Ermenistan’ın kurulmasına
muhalefet olduğunu belirtmiş, Şeyh Said’i tanımadığını, oğlu Ali Rıza’yla yeni
tanıştığını, onunla Abdülhamit adlı bir tüccarın yanında tanıştığını, Ali
Rıza’nın İstanbul’dan dönüşünden birkaç gün sonra İsyanın başladığını haber
aldığını söylemişti. Bunun üzerine Mahkeme başkanı Müfit Bey, Seyit
Abdülkadir’in Türkler aleyhine yazdığı bir şiiri okur, bu şiir senin mi der, o
da benim der. Mahkeme üyesi Ali Saip Bey’in seyitliğinin nereden geldiği
sorulur, onun Abdülkadir Geylani’nin soyundan geldiğini, aslında Kürt
olmadığını (yani ya Arap ya da Farisi olduğunu) belirtir. Devam eden sorgusunda
Abdülkadir, Bedirhanlardan Emin Ali, Mehmet Şükrü ve Said-i Kürdi’yle birlikte
yabancı elçilikleri ziyaret ettiklerini, Kürdistan ile ilgili muhtıra
verdiklerini, bunu sırf kendi teşebbüsleriyle yaptıklarını ifade eder.
Mahkemeye 17 ve 21
Mayıs günlerinde devam edilir. Kör Sadi, Mahkeme başkanına Seyit Abdülkadir’den
şikayetçi olduğunu, onun kendisine tahakküm etmek istediğini, az kalsın
öldürüleceğini, Cumhuriyet yönetiminden memnun kaldığını, her şeyi olduğu gibi
anlatacağını söyler. Abdülkadir ise, onun yalan söylediğini, kendi canını
kurtarmak için iftira attığını mahkeme heyetine belirtir. Kör Sadi, Cemil
Paşazade Ekrem’in de Seyit Abdülkadir gibi yalan beyanda bulunduğunu ifade
eder. 23 Mayıs’ta mahkemeye devam edilir, mahkeme Seyit Abdülkadir, Seyit
Mehmet, Kör Sadi, Hacı Ahdi ve Kemal Fevzi’nin idamlarına karar verir, bu karar
27 Mayıs 1925’te, Diyarbakır’da infaz edilir.[119]
b) İsyana Katılanların Sorgusu:
Şeyh Abdullah’ın
ifadesi okunur, o mahkeme sorgusunda isyandan önceden haberi olmadığını,
kayınpederi Şeyh Said’in kendisine mektup gönderdiğini, bu mektupta “Hükümeti
vuralım, şehirleri alalım” dediğini, aslında isyana taraftar olmadığını ama,
karışmış bulunduğunu, hatta Muş’a giden Zazaları iki defa çevirdiğini, sarığını
onların önüne atarak bu iş olmaz dediğini söyler. Mahkeme sorgusunda Emekli
Binbaşı Kasım, Şeyh Abdullah’ın isyan için kendisine müracaat ettiğini, Ali
Rıza ve onun Varto’ya yedi yüz kişi ile gelmeleri üzerine Varto’yu savunmayı
bıraktığını belirtir. O bu sözlerinden sonra çok uzun bir ifade verir. İfadesi
bittikten sonra Şeyh Said’in “Bir Türk öldürmek yetmiş gavuru kesmekten daha
efdaldir” dediğini bizzat duyduğunu söyler.
Şeyh İsmail, isyanın
din maksatlı olduğunu, kendisinin Kasım’la birlikte bulunduğunu, Şeyh Said’in
Diyarbakır’ı aldıktan sonra İngilizlere müracaat ederek hükümet kuracağını
belirtir. Burada Savcı Süreyya Bey Şeyh Said’e, din maksatlı mı isyan ettin,
yoksa Kürdistan kurmak isteyenlerle beraber çalışmamak istedin, ancak Bitlis
Divan-ı Harbe çağrılmaktan korktuğun ve bu nedenle hükümete teslim olmamak için
mi isyan ettin sorusuna Şeyh Said, din maksatlı isyan ettiğini, başka amacı
olmadığını söyler. Bu sırada Hakim Ali Saip lafa karışır, ona, “neden Hınıs’tan
Piran’a kadar şeyleri ve damadını isyana davet ettiğini” sorar, Şeyh Said’in
cevabı “Gönlümüzde, fikrimizde dini kurtarmak vardır” olur.
Mahkeme sorgusunda Emin
Bey, Varto’ya hücuma iştirak ettiğini, Hanili Şeyh Hüseyin’den Şeyh Ali Rıza’ya
mektup geldiğini, bu mektupta Diyarbakır alındıktan sonra İngilizlerle
birleşileceğinin yazıldığını, sonra Harput’a gittiklerini, buradan isyanı
genişleteceklerini, sonra Cizre’de İngilizlerle temas kuracaklarını belirtir. Şeyh
Ali, Şeyh Said’in şeriat için ayaklandığını, kendisini Muş köprüsüne
çağırdığında gitmediğini söyler. Mehmet Ağa ve Baba Molla, Kasım Bey’le
birlikte olduklarını belirtirler. Demir Ağa, Şeyh Said’in Şeriat için
ayaklandığını, Ahmet’i kaymakam olarak tayin ettiğini, Şeyh Said’le birlikte
Nuh Bey’in yanına gitmek için yola çıktıklarını ama teslim olduklarını söyler.
Abdüllatif ise, Şeyh Said’in Diyarbakır’ı aldıktan sonra dört kişiyi
İngilizlere göndereceğini, burada Kürdistan hükümeti kuracağını belirtir.
Mahkemede diğer
sanıkların yargılanmasına ve sorgulanmasına devam edilir. Bunlar Şeyh Şerif,
Şeyh Hüseyin bin Selman, Ali Bardak, Yusuf Selim, Muallim Hayri oğlu Nimet,
Mehmet oğlu Ahmet ve Şeyh Said tarafından inzibat memuru olarak atanan
Hasan’dır, isyan bölgesinde halka zulmetmek, devlet malını yağmalamak
suçlarından yargılanmaktadırlar.
Şeyh Şerif,
ayaklanmada kumandanlık yapmadığını, Elazığ’a Çarşamba günü girdiklerinde
Çötelizade Halit Bey’le karşılaştıklarını, otomobile binerek Hükümet konağına
geldiğini, Eşref ve Beyzade Nuri Bey’in orada bulunduğunu, Eşref Bey’in
kendisini yanındakilere göstererek, “Bu mutemedimizdir, eminimizdir. Hükümeti
ona teslim edeceğiz” dediğini, geceyi Çobakçur’da geçirdiğini, Beyzade ve
Halit’i tanımadığını ifade eder. Sabah olunca Harput halkının adamlarına ateş
etmeye başladığını, bunun üzerine Palu’ya kaçtıklarını belirtir, benim sakalım
yok, kim sakallıysa o kumandandı der.
İnzibat Hasan
Fehmi’nin sorgusunda o, isyanın önceden planlanmış olduğunu, Şeyh Said’in
Şeriat niyetiyle isyan ettiğini, Eski mebus Hamdi, Muallim Mehmet Zeki ve
Dündar Alp’in haber verdiklerini… bunların valiyi görevden alarak
hapsettirdiklerini, hükümete haber verenleri de öldürdüklerini söyler. Bundan
sonra Şeyh Said’in yeniden ifadesine başvurulur, partiler sorulur, Şeyh Said’in
ifadesinde onun Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na sıcak baktığı görülür.[120]
Mahkemenin diğer
celselerinde Çan şeyhlerinden Müftü İbrahim, Şeyh Ali ve Celal Bey sorgulanır.
Bunlar Elazığ’a hücum ettiklerini saklamaz, bütün suçun Şeyh Şerif’te olduğunu
söylerler, ondan korktukları için bu isyana katıldıklarını belirtirler. Şeyh
Ali, Şeyh Şerif’in kumanda ettiği asilerin hastaneyi yağmaladıkları söyler.
Selman ve Çobakçorlu Abdi, Çan şeyhlerinin isyana davetine icabet ettiklerini,
Elazığ’a vardıklarını at yağmalamasında bulunduklarını belirtirler. Abdi
ifadesinin devamında, isyanda Çobakçur kaymakamı Hilmi Bey’in ilgisinin
bulunduğunu, asiler geldiğinde hükümette 35 jandarma olduğunu, ancak 9 silahlı
kişinin karşılık görmeden binayı işgal ettiklerini, Kaymakam Hilmi Bey istese
askerlerin asilere karşı kayacağını söyler, Hilmi Bey’in Arif Farisi’yi Şeyh
Said’e gönderip onu çağırdığını, Şeyh Şerif’in de geldiğini, oturup konuştuklarını,
Hilmi Bey’in Şeyh Şerif’i yakalatması gerektiğini, ama onunla bir olup, Mehmet
Zeki, Dündar Alp ve eski mebus Hamdi’yi ihbarda bulunduklarını, bu nedenle söz
konusu kişilerin hapsedildiğini, Mehmet Bey’in ihbarından sonra bir hafta
içinde isyanın baş gösterdiğini, Mehmet Bey’i mahkemeye Kaymakam Hilmi Bey’in
verdiğini belirtir. Hilmi Bey, Mahkeme başkanının sorması üzerine, “Şeyh Sait
kazaya geldi, görüştüğümde Palu’ya dedemin kabrini ziyarete gideceğim dedi.
İsyan edeceğim demedi” der, kendisinin Ahlatlı ve Çerkez olduğunu ifade eder,
Şeyh Said’in elini öpmüş olabileceğini, ancak onu yanına çağırmadığını, ancak
tahkikat nedeniyle ayağına bizzat vardığını söyler. Abdi, bunun üzerine,
kaymakamın yalan söylediğini belirtir. Jandarma Halit, isyana katılmadığını,
Şerafettin dağlarına şeyhin yerini keşfetmek için gittiğini, o sırada
yakalandığını söyler.
Savcılık talebi
üzerine Çobakçur’dan getirilen 19 kişinin mahkemesi Şeyh Said’in davasıyla
birleştirilir, iddianamenin okunmasından sonra Ali Saip, isyanın daha önce
planlanmadığını, tesadüf üzeri başladığını belirtir. Şeyh Said, evet öyledir,
der. Ali Saip’in, ancak isyana katılanların kimilerinin isyanın önceden
planlandığını, Diyarbakır ele geçirildikten sonra İngiliz himayesine
sığınacaklarını ifade etmişlerdir demesi üzerine Şeyh Said, böyle bir şey
yoktur, olmamıştır, der.
Şeyh İsmail’in vermiş
olduğu ifadede, Diyarbakır’da bir Kürt Cemiyeti mevcuttu, cemiyetin reisi cemil
Paşazade Ekrem Bey’di; Seyfullah Efendizade ve Tevfik Efendi de cemiyetin
üyeleriydiler denmesi üzerine Şeyh Said, Diyarbakır çevresine geldiğinde
oradaki Kürtlerin kendisiyle konuştuklarını, Doktor Fuat, Bekir Sıddıki ve cemil Paşazadelerden beş kişinin şeriat
yanlısı oldukları için hapsedildiklerini söylediklerini belirtir. Ali Saip
bunun üzerine Şeyh İsmail’e yedin sorar, o Kürt cemiyetini beş yıl önce
duyduğunu ifade eder. Ancak Şeyh İsmail Varto’daki ifadesinde Kürt cemiyetinden
2 yıl önce haberinin olduğunu söylemiştir. Bu çelişki ona sorulur, o bu
çelişkiyi okuma yazma bilmediği nedeniyle yaptığını belirtir.
Abdullah Efendi’nin
ifadesindeki Ekrem Bey’in ona yazığı bir mektup sorulunca Şeyh Said, bunun
olmadığını, yalan olduğunu söyler. Abdullah Efendi’nin ifadesinde, o mektubun
yazıldığının şeyhin ağzından bizzat duyduğu sorulunca Şeyh Said, bunun iftira
olduğunu belirtir.
Şeyh Said’e
isyancıların yağmadan başka bir şey düşünmedikleri sorulunca Şeyh Said,
kendisinin elinden geleni yaptığını, yağma edilen malları isyancılardan alıp
sahiplerine iade ettiğini söyler. Hacı Hüsnü’nün imzasının bulunduğu, kendisine
Emirülmümin diye hitap ettiği, hatta kaymakam tayin ederek hükümet kurduğu
mektup sorulunca Şeyh Said, ben kendime Emirülmümin dedirtmedim, yazan kişi
küstahlık etmektedir, hükümet de tesis etmedim, amacım şeriatın tatbik edilmesi
ve adaletin yerine getirilmesiydi der. Ona diğer şeyh arkadaşlarının öyle
demiyor, senin hükümet kurduklarını söylüyorlar denmesi üzerine, onların da
yalan söylediklerini belirtir. Bu arada ona diğer şeyhler kast edilerek şeyh
yalan söyler mi denir, Şeyh Said bir az düşünür ve tabi ki yalan söyler der.[121]
Ali Saip Bey, Şeyh
Said’i Kurt olup olmadığını sorar. Şeyh Said bu soruya. İlkin Arabım, sonra
Kürdüm, sonra Türküm der. Ali Saip’in, isyanı din adına başlattın, peki
Arabistan düşman işgali altındayken orasını kurtarmaya neden gitmedin demesi
üzerine, “Orda olsaydım, orada da isyan ederdim” cevabını verir.
Genç valisi İsmail
Hakkı Bey’in, nahiye müdürünün, Jandarma yüzbaşısı Avni Bey’in, Ömer, Abdullah
ve Adem adlı şeyhlerin ve Emekli Binbaşı Kasım babası Ahmet Ağa’nın ve kardeşi
Ali’nin sorgusuna geçilir. Şeyhler isyanla alakalarının bulunmadığını
söylerler. Ahmet Ağa, 86 yaşında bulunduğunu, isyana katılmasının mümkün
olmadığını ifade eder. Bunun üzerine o berat eder. Ali ise, isyanın dini kurtarmak,
Kürdistan’ı kurmak olduğunu söyler. Savcı Süreyya Bey, Madenli Kadri’nin ve
Piranlı Molla Şeyh Mehmet’in davalarının Şeyh Sait davasıyla birleştirilmesini
talep eder.
Kadri Bey, 1909
yılında mebusluk yaptığını, tehcirle alakalı bulunduğundan yeni kurulan
Meclis’e katılmadığını, Yunanlılarla harp başladığı zaman Şeyh Said’e mektup
yazdığını, Şeyh Abdurrahim’in kendisine mektup yazıp vali yapmak istediğini,
kabul ettiğini söyler. Şeyh Said de bunu doğrular, onun dindar ve güzel bir
insan olduğunu belirtir. Genç valisi İsmail Hakkı Bey’in sorgusunda o, 17 yıl
Babıali’ye hizmet ettiğini, meşrutiyette tahrirat kalemi memuru olduğunu, sonra
Ertuğrul mutasarrıflığına gönderildiğini, üç yıl açıkta kaldığını, kaymakam
olduğunu, üç yıl yine açıkta kaldığını, sonra Genç valisi olarak atandığını
belirtir, isyandan haberdar olmadığını, Muallim Mehmet Zeki ve Hamdi Beylerin
ihbarda bulunduklarını, ancak bu kişiler Ankara’ya bir suikasttan
bahsettiklerini, Dahiliye vekaletinden bir telgraf aldığını, telgrafta kendisinden
bilgi istendiğini, tahkikat yaptırdığını, Çobakçor kaymakamından sorduğunu,
onun şahsi bir şüpheden başka bir şey olmadığını söylediğini, buna rağmen bir
jandarma kumandanına tahkikat yaptırdığını, evrakı mahkemeye gönderdiğini,
Muallim Zeki’nin tutuklandığını, sonra asiler tarafından öldürüldüğünü
belirtir. Hamdi Bey’in ihbarı da sorulunca, söz konusu tahkikatı onun için de
yaptırdığını, Hamdi Bey’in ihbarında nahiye müdürünün Şeyh Said’le yaptığının,
İngilizlere hizmet etmek için çalıştıklarının yazıldığını, ancak soruşturma
sonunda onun yeniden mebus olmadığı için bu tür bir ihbarı yapmış olabileceği
ihtimalinin bulunduğunun anlaşıldığını, Mehmet Zeki Bey gelince ifade vermekten
çekinmekte olduğunun görüldüğünü söyler. Mahkeme reisi ona, isyan olayında
ihbarın öneminin büyük olduğunu, ihbarın doğruluğunun anlaşılmasının için illa
isyanın çıkmasının gerek olmadığını belirtmesi üzerine İsmail Hakkı Bey susar
ve cevap vermez. Bunun üzerine mahkeme reisi, Şeyh Said’in Darahani’ye
gelmesiyle bunun dikkatini çekip çekmediğini sorar. İsmail Hakkı Bey, onun
geldiğinde beraberinde 18 kişi bulunduğunu, Darahani’yi işgal etmek için
gelmediğini belirtir. Hasan Fehmi’nin sorgusunda o, isyan nedenini bilmediğini,
Şeyh Said’in 40 gün önce Çobakçor’a gelip Elazığ tarafına gittiğini, meseleden
arada bahsederek gayesinin şeriat olduğunu söylediğini açıklar, Muallim Mehmet
Zeki’nin ihbarının mahiyetini bilmediğini, ancak beylerle ağalar arasında bir
anlaşmazlık nedeni bulunduğunu işittiğini, sonra muallimin tutuklanıp hapishanede
öldürüldüğünü, isyanın basit bir şeyden kaynaklanmadığını, aylardan beri
hazırlanıldığını, Şeyh Said’in köy köy gezerek propaganda yaptığını,
isyancıların ilkin Darahani ve Lice’yi almayı düşündüklerini, Ömer Ağa, hacı
sadık ve kendisinin Şeyh Said’in müşaviri bulunduklarını, onunla görüştükten
sonra cepheyi tuttuklarını, Mustafa Bey tarafından Hani işgal edildiğinde Şeyh
Said’in yakında bir köyde olduğunu, sonra Lice’ye geldiklerini, Diyarbakır’a
hücum etmenin burada kararlaştırıldığını, Şeyh Said’in bunun üzerine
Diyarbakır’a hücum ettiğini ifade eder.
11 Mayıs 1925’te
yakalanan Şeyh Şemsettin’in sorgusuna geçilir. O, Şeyh Yusuf’un oğlu olduğunu,
Silvanlı ve Nakşibendi tarikatı mensubu bulunduğunu, ayaklanmaya katılmadığını,
ancak kaymakamın sözüyle hakla vaaz verdiğini, asiler tarafından tehdit
edildiğini, bu nedenle dağa kaçtığını, iki tekkesinin olduğunu, okuma yazma
bilmediğini, Türkçe de bilmediğini söyler. Ona müritlerinin huzuruna
geldiğinde, “Ya şeyh, kaldır peçeni de mübarek yüzünü görelim” dedikleri
hatırlatılınca, bunu inkar eder. Duruşma 27 Haziran’a ertelenir.[122]
Vakit gazetesi
muhabiri Naşit Hakkı, Şeyh Said’le hücresinde görüşür. Şeyh Said ona, bu işin başında bulunmuş isem Kürtlerin
azgınlığı nedeniyle bulundum. Dedem muhterem biriydi. Etrafımda toplandılar.
Durum bu oldu. Şimdi ne dersin Naşit Bey, der. Muhabir Hakkı Naşit Bey’e göre
de Şeyh Said, idam edilmeyeceğinden, serbest bırakılacağından ümitlidir.[123]
c) İdam kararı:
27
Haziran 1925’te mahkeme, Savcı Süreyya Bey’in 53 sanık hakkındaki karar
iddianamesiyle başlamış, o bu iddianamede, “Şeyh Abdullah, Varto
kasabasının işgaline memur edilmiş, hareket-i isyaniyenin başına geçmiş,
Varto’da bir müddet hükümdarlık etmiştir. Süren muhakeme esnasında kendi
ifadesi ile teyittir. Şeyh Şerif, Elazığ cephesi kumandanlığını deruhde
etmiştir. Kendisi kumandan olduğunu inkâr etmişse de kendisine bu unvanla
yazılan mektuplar ve cevabında bu imzayı kullanan birçok mektupları vardır.
Fakih Hasan, Darahani inzibat memurluğunu yapmıştır. Kendisi inzibat
kumandanlığını bazı memuriyete iyilik için yaptığını söylemiş ise de bu iddia
unvanını istirham edemez. Hacı Sadık Bey, uzun sakalına ve ilerlemiş yaşına
rağmen bu isyanda Şeyh Sait kadar çalışmış bir şahıstır. Hanili Şeyh İbrahim,
Çobakçorda idare-i umumiyeyi derahde etmiş bir şahsiyettir. Davadan
anlaşılacağı gibi asat sergerdeleri en ziyade Çan mıntıkasına ithaf ehemmiyet
etmişlerdir. Şeyh Ali, Şeyh Celal ve Hasan hareket-i isyaniyeye aynen ve
müştereken çalışmışlardır. Şeyh Ali Kığı, Şeyh Celal ve Şeyh Hasan Harput
cephesinde çalışmıştır.
Hanili Mustafa ve Salih Beyler asat ve
sergerdelerden olup birçok müsademelerde bulunmuşlardır. Hanili Salih kırılan
bacağına rağmen teslim olmayarak tutsak edilmiş bir asidir. Bunlardan başka
Yusuf, ettiği isyanın ehemmiyetini saklamadan tahkikata çalışmış, Madenli
Kadri, asatın inzibat memurluğunu yaptığını itiraf etmekle beraber Fakih Hasan
gibi hizmet için yaptığını söylemiştir. Cizreli Şeyh İsmail ile biraderi
Abdullatif, Diyarbakır üzerine derbeder bir kuvvetle hareket yapan rüesa-i
asttandır. Diyarbakır’a hücumdan evvel Şeyh Sait’e giderek ‘Ma-dun eşhası iğfal
et.’ diyerek Diyarbakır’a daha büyük bir kuvvetle hücum etmek üzere halkı
kandırmak için şahsen çalışmışlardır. Molla Emin Şeyh Abdullah’ın mürididir. Şeyh
Abdullah ne yapmışsa ne düşünmüşse o da aynı şeyi yaptığını ve harekete iştirak
ettiğini itiraf etmiştir. Tahrikte ve isyan devresinde çok çalışmıştır. Bütün
asilerce malum olduğu cihetle isyanın tertip edenlerden biri bu adamdır.
Molla Emin
Şeyh Abdullah’ın mürididir. Şeyh Abdullah ne yapmışsa ne düşünmüşse o da aynı
şeyi yaptığını ve harekete iştirak ettiğini itiraf etmiştir. Tahrikte ve isyan
devresinde çok çalışmıştır. Bütün asilerce malum olduğu cihetle isyanın tertip
edenlerden biri bu adamdır.
Hacı Halit
Bey, Şeyh Abdullah ile beraber Varto asilerindendir. Bir askerle firar ederken
yakalanmıştır. Ali Bardak isyan rüesasından Şeyh Şerif’le Elaziz’e gitmiş bir
at getirmiştir. Mülazım Ferit meda-i umumiyesi Abdülhamit Efendi, memur olduğu
halkın emniyet mal ve hayatını temine mecbur bir memur olduğu halde asatı
hanelerine misafir etmek ve muhtaç oldukları istirahatı temin etmekle harekette
bulunmuştur. Jandarma Mehmet Fahri ve Ali Avni Efendiler zabit oldukları halde,
vatan ve millet aleyhine kıyam edenlerin hizmetlerini ve paralarını kabul eden
iki şahıstır. Kaymakam Hüseyin Hilmi, Şeyh Sait’in oğlu Ali Rıza’yı kasabaya
davet eden, oranın vaziyet-i sevki elçiyesini ifşa eden bir şahıstır. Hâkim Ali
Rıza Efendi aslen Bağdatlı’dır. Şeyh Sait’in hareket vakasını hareketin
mahiyetinde göstererek takdir etmiş, ‘Kendisinden muvaffakiyet memuldur.’ gibi
sözler sevk ederek tahrik suretiyle hareket-i isyaniye de zimdihaldir. Genç
Valisi İsmail Hakkı hakkında malum iddia isyanı tasvip edecek bir harekette
bulunduğunu sart edememekle beraber birçok ihbarata rağmen vazife-i
memuriyetini suiistimal etmiş bir memurdur” demiş,[124] sanıklara savunmalarını yapmaları için tek tek söz
vermiş, savunma bittikten sonra, mahkeme 28 Haziran’a ertelenmiş, o gün
geldiğinde yine sanıklara tek tek söz verilmiş, 6 zilhicce 1343 tarih, 341/69
numaralı karar gereği:
“Yapılan
muhakemelerden ve incelemelerden tekke ve zaviyelerin birer kötülük ve fesat
ocağı oldukları ve bu tekkelerle zaviyelerde şeyhlerin kendilerini Allah süsü
vererek halkı kendilerine taptırmak gibi dinin kabul edemeyeceği fiiller
eşledikleri, Mahkeme huzurundaki ifadelerinden anlaşılması dolayısıyla, Şark
İstiklal Mahkemesi yargı çevresi içindeki bütün tekkelerin zaviyelerin
kapatılmasına karar verilmiştir.”[125]
İdamına karar
verilenler:
Şeyh Said; Varto
olaylarından Melikanlı Şeyh Abdullah, Tokliyanlı Halit oğlu Kamil Bey, kardeşi
Baba Molla, Şeyh Musa oğlu Şeyh Ali, Bolikanlı Hacı Halit, Diyadinli Timur Ağa,
Muşlu Mehmet, Süleyman Bey, Bahri Bey, Kargapazarlı Halil oğlu Mehmet; Eski
Milis kaymakamı Şeyh Şerif, İnzibat komutanı ve Geri hizmetler amiri Fakih
Hasan Fehmi, Valirli Hacı Sadık Bey, Çanlı Şeyh İbrahim, Harput cephesi
komutanlarından Şeyh Ali ve Şeyh Celal, Şeyh Hasan, Garipli İzzet Bey oğlu
Mehmet Bey, Hanili Mustafa Bey ve Salih Bey, Çanlı Şeyh Abdullah ve Şeyh Ömer,
Hanili Şeyh Adem, Madenli Kadri Bey, Piranlı Molla Mahmut, Silvanlı Şeyh
Şemsettin, Termil köylü Şeyh İsmail ve Şeyh Abdüllatif, Balikanlı Molla Emin,
Arap Abdi, Şinikli Hasan oğlu Süleyman, Muallim Musyanlı Molla Cemil, Az
aşireti reisi Demirci Ömer oğlu Süleyman, Şerif oğlu Süleyman, Fakih Hasan’ın
katibi Tahir, Hanili Salih Bey oğlu Hasan, Hanili Mustafa Bey ve oğlu Mahmut
Bey, Hınıslı Kamil Beyoğlu Abdüllatif, Zorabadlı Şeyh Cemil, Çapakçurlu Süleyman
oğlu Yusuf, Yamaçlı Ali Badan, Kargapazarlı Halit, Nadiroğlu Halit, Mehmet oğlu
Tahir, Nahiye Müdürü Tayyip Ali, Çapakçur kaymakamı Hüseyin Hilmi, Yusuf oğlu
Çerkez Jandarma Hamit ve Salih oğlu Hasan, tam 49 kişi.
Kaymakam Hüseyin
Hilmi’nin cezası Konya’da 15 yıl sürgüne, Salih Beyoğlu Hasan’in cezası da 15 yaş civarında bulunduğundan 10 yıl hapse
çevrilir.[126] Geri kalan 47 kişi 28 Haziran’ı 29
Haziran’a bağlayan gece idam edilirler.
Şeyh Said, idamından
önce Savcı Ahmet Süreyya Bey’i vasi tayin ederek vasiyetnamesini yazmış, beş
kızım, beş oğlum bulunmakta demiş, isimlerini birer birer saymış, gazetecilerin
uzattığı sigarayı içmiş, defterine Arapça olarak, Asılmana üzülme, zira Allah
ve din uğrunadır bu, diyerek yazmıştı.[127]
Cemil Paşazade Ekrem;
Malazgirt savcısı Abdülmecit, Teğmen Mehmet Mihri, Yüzbaşı Ali Avni 10 yıllık
kürek cezasına, Hanili Mustafa, işlediği suç sırasında 13 yaşını
doldurmadığından 3 yıl küreğe, Genç valisi İsmail Hakkı Bey, Hopa’da bir yıl
hapse, Çapakçur hakimi Bağdatlı Rıza’nın sınır dışı edilmesine, Binbaşı Kasım
Bey, Kargapazarlı Reşit, Halk Fırkası Başkanı Rüşdü Efendi dahil 19 kişinin
beratine; Cemilpaşazade Ömer ve Kadri Bey dahil 6 kişinin adem-i
mesuliyetlerine karar verilmiştir.[128]
Mahkeme safhasınca
sıkı sık Emekli Binbaşı Kasım Bey’in ifadesine başvurulmuş, Kasım Bey her sözü
aldığında çok uzun ifadeler vermiş, yine bir uzun ifadesinde Bedirhanlı
Abdürrazzak, Seyit Abdülkadir, Eski mebus Yusuf Ziya, Cibranlı Halit, Hoca Rauf
ve Müfit Beylerle münasebet kurduğunu, onların Kürtçülük ve Kürdistan
çalışmalarını deşifre ettiğini, geçen yıl Gazi’nin Erzurum’a geldiğinde ona bir
bir anlatıp tedbir almasını söylediğini, ancak Şeyh Said’in perşembeyi
çarşambadan önce getirdiğini, isyanın İngiliz parasıyla finanse edildiğini
düşündüğünü[129] söylemiş, ayaklanmanın din amacının
görünürde olduğunu, aslında istiklal istediklerini, Şeyh Said’in Yusuf Ziya’ya
görüşmesi dolayısı ile Divanı Harbe çağırıldığını, asılmaktan korktuğu için
diklendiğini, bu nedenle köyünden çıktığını, Çan şeyhleriyle görüşme yaptığını,
daha başkaları ile temas kurduğunu ve Piran’a geldiğini[130] belirtmişti.
Sonuç
Araştırmamıza göre, ayaklanmanın çıkış
tarihi 14 Şubat 1925, Hazırlık safhası Eski Bitlis mebusu Yusuf Ziya’nın Ekim
1924’te tutuklanmasından sonra Cibranlı Halit’in 20 Aralık 1924’te gözaltına
alınmasından itibaren. Şeyh Said’in Azadi üyesi olan bunlarla yakınlığı var.
Arada sırada görüşüyorlar. Söz konusu görüşmeler aralarındaki akrabalık
ilişkilerinden de kaynaklanabilir. İsyan olayının önemli muhbir şahsiyetlerinden
Binbaşı Kasım Bey, Cibranlı Halit’in kayınbiraderi, Şeyh Said’in de bacanağı.
Aradaki koordineyi bu kişi sağlıyor.
Musul problemi Lozan Antlaşması’nda
sonraya bırakılmış, 19 Mayıs 1924’te İstanbul’da başlayan görüşmelerde mesele
halledilememiş, Milletler Cemiyeti’ne havale edilmişti. Kürtler bundan çok
rahatsız olmuş, hükümeti tenkit etmeye başlamışlardı. Yusuf Ziya ve Cibranlı
Halit de Gizli Azadi Cemiyeti’nin kurucusu ve yöneticisi olmaları nedeniyle
tutuklanmıştılar. Onların tutuklanmasında Hormek aşiretinin rolü bulunduğu
söylenir. Ancak bu işi yaptıran, mahkeme ifadelerinden anlaşılacağı üzere Kasım
Bey’dir. Çünkü o, ben deprem nedeniyle Erzurum’a gelen Mustafa Kemal’le görüşüp
durumu anlattım, ona nasıl tedbir alacağı konusunda da akıl verdim diyor.
Kasım Bey de Cibranlı, yani Kürt.
Hormet Aşireti Alevi ve Zaza. Bunlar Haberiniz.com’da, 6 Aralık 2010’da Mehmet
Şerif Fırat’ın torunu, Atila Fırat’ın oğlu Mehmet Şerif Fırat’ın yazısına göre
Kürt değil, Türkmen. Zaten Kürtlerden Alevi pek çıkmaz, onlar Şafii’dirler.
Zazaların Şafii ve Sünni kesimleri de vardır. Ancak biz Şeyh Said’in kendisini
Sünni olarak gördüğünü söyleyebiliriz.
Aşiretler arası çekişme her zaman
vardır. Bir aşiret diğer aşireti her zaman suçlar. Hele ki arada Sünnilik ve
Alevilik gibi önemli bir fark var ise, bu durum daha çok ağır basar. Eğer
Hormek aşireti Yusuf Ziya ve Cibranlı Halit hakkında Mustafa Kemal’e bir bilgi
vermiş ise, onun buna dikkat etmesi gerekirdi. Biz Kasım’ın Hormet aşiretine
mensup olduğunu sanmıyoruz. Onun Kürt asıllı ve Cibran aşiretine mensup olduğu
söyleniyor. Bunu yazımızda belirtmiştik.
Yusuf Ziya’nın tutuklanması
nedenlerinden birinin Azadi Cemiyeti’ne mensup ve Nasturi isyanını bastırmakla
görevli olanlardan 250 kadar askerin onun gönderdiği şifreyi yanlış anlayıp,
Nasturi tarafına geçmeleri olduğu[131]
söylenir, peşinden de bunun bir yanlış anlamaktan kaynaklandığı,[132]
bir daha da düzeltilemediği de belirtilir.
Denildiğine, bilhassa Binbaşı Kasım’ın
ifadelerine göre, Şeyh Said Divanı Harbe çağırılmış. Ancak böyle bir bilgi
başka yerde yok. Onda Divanı Harbe çağrılacağı korkusu var deniliyor, zaten
kendi ifadesinden de bu anlaşılıyor. Binbaşı Kasım, olayın içine olmayan çok
şeyi katıyor. Tutarsız bir şekilde de yalan söylüyor.
Binbaşı Kasım “Ben olaya Varto’da dahil oldum” dese de, olayın baştan beri içinde,
her şeyden haberi var. Hatta o Cibranlı Halit başkanlığındaki Azadi
Cemiyeti’nin bir üyesi. Örgütün Yusuf Ziya’dan başka, İhsan Nuri, Yusuf
Ziya’nın kardeşi Teğmen Rıza, Vanlı Rasim ve Tevfik Cemal’den oluşan asker
kökenli üyeleri de var.[133]
Nasturi isyanını bastırmakla görevli olan bunlar Şırnak'tan Beytüşşebap'a nakledilen
18. Piyade Alayı'na bağlı birliklere komuta etmekteydiler. Yusuf Ziya’dan gelen
telgrafı aldıkları 3/4 Eylül 1924'de Beytüşşebap İsyanı’nı başlatmışlar,
Ali Rıza yakalanmış, Hurşit Türkiye’den Zaho'ya kaçmış, İhsan Nuri ve arkadaşları Suriye’ye, Fransızlara
sığınmışlardır. İngilizler devreye soktukları Kadiri
Sıddık Paşa vasıtasıyla İhsan Nuri'yi kendi taraflarına çekmek
istemişler ama o, “Ben Kürdistan'ın
bağımsızlığı için mücadele vermek istiyorum. Irak Ordusu'nda yer alarak
İngilizlerin kucağına girmek için değil” demiştir[134] ki, bu durum da bize gösteriyor ki, olayın Nasturi İsyanı’nın
desteklemek ve İngilizlerin emellerine hizmet etme gibi bir durumu yok. Daha
doğrusu Binbaşı Kasım Mustafa Kemal dahil, devlet görevlilerine yanlış ve
saptırıcı bilgiler vermektedir. Kim bilir belki de Yusuf Ziya’dan gelen
telgrafın yanlış anlaşılmasında onun rolü vardır. Hatta Azadi Cemiyeti’nin
gizliliği bile kalmamış. Çünkü yapılan her şeyden devletin haberi var.
Deli Halit
Paşa lakabıyla tanınacak olan Halit Bey’in İhsan Nuri'yi kendi mahiyetine
istediği, ancak Kazım Karabekir onun bu teklifini onaylamadığı[135]
söylenir. Demek ki Deli Halit Paşa’yla İhsan Nuri arasında bir münasebet
vardır. Daha doğrusu buradan biz İhsan Nuri’nin Deli Halit Paşa’yı sevdiğini ve
takdir ettiğini söyleyebiliriz. Bu da bize Şeyh Said Ayaklanması’nın neden 14
Şubat 1925’te, yani 9 Şubat’ta TBMM’de vurulan Deli Halit Paşa’nın öldüğü gün
meydana geldiğine az buçuk açıklık getirir. Yani İsyanın başlamasının
nedenlerinden biri de Deli Halit Paşa’nın TBMM’de öldürülmesi, onun katili
olarak bir kişinin bile tutuklanmamasıdır. Bir diğer neden de Suriye’ye kaçan
İhsan Nuri’nin İkinci Abdülhamit’in oğlu Mehmet Selim Efendi’yle Beyrut’ta
temasa geçip, onu Halep’e getirmesi, herhangi bir sebeple ayaklanma başarıya
ulaşır ise Osmanlı tahtına onun geçirilmek istenmesidir. Kürtçülük talebi ise
ancak bir eyalet düzeyinde olabilir. Ancak bütün bunlara rağmen, isyanın çıkış
noktası dinidir ve şeriatın yeniden uygulanmak istenmesinden kaynaklanmaktadır.
Bir isyan vuku bulmuştur. Vuku bulan
her isyanda bu isyanı yapanlar, eğer başarı sağlayamazlar ve devlet güçleri
eline düşerlerse idam edilirler. Osmanlıda Abaza Mehmet Paşa ve Katırcıoğlu Mehmet
Paşa gibi isyan liderleri affedilmiş, devlet hizmetine alınmışlardır ama, bu
istisnai durumdur. Şeyh Said ve adamlarının idamları bir adaletin tecellisidir.
Bu yönüyle mahkeme eleştirilemez. Ancak isyanda rol alan kişiler, bilhassa
Şeyhin damadı Şeyh Abdullah ve Şeyh Şerif gibi kimseler sorguları ve
yargılanmalarında normal bir biçimde dik duramamış, isyandaki konumlarını
gizlemeye çalışmışlar, hatta bu nedenle yalan bile söylemişlerdir. Oysa bunlar
isyanın Şeyh Sait’ten sonra gelen en önemli kişileri, hatta kumandanlarıdır.
Ancak Şeyh Said sorgusunda ve yargılamasında ne biliyor ise onu anlatmıştır.
Gizlediği yönler olabilir mi? Olması mümkündür ama, kendisine ne sorulmuş ise
ona doğru olarak cevap vermiştir, ifadelerinden bunu anlıyoruz. Ona oğlunun
Halep'e ve İstanbul'a ne için gittiği sorulmuş, o da bunun cevabını ticaret
yapmak için diyerek vermiştir. Yalan değil ki... Ali Rıza tüccardan
İstanbul'dan parası ödenmek üzere poliçe almış. Ona Şehzade Selim sorulmamış
ki... Sorulsa doğrusunu söyleyecek miydi? Zannetmem. Şeyh Said'in Kürtçülük
yapmadığı, Kürdistan’ın kurulmasına da taraftar olmadığı doğrudur.
Eğer Şeyh Said, bu isyanı İngilizlerin isteği ve desteğiyle yapmış
olsa idi, 7/8 Mart 1925 Diyarbakır saldırısından, hatta 11 Mart’ta Kürtlerin
itirazları nedeniyle ikinci Diyarbakır salıdrısını erteleyip Kürtlerin tamamını
memleketlerine göndermesinden sonra adamlarıyla birlikte güneye sarkar, Musul’a
giderek, İngilizlere sığınabilirlerdi. Çünkü bir başka ülkenin desteğiyle
gerçekleştirilen isyanlarda durum hep böyle olmuştur, teşvik eden ülkeye
isyancılar kurtulduklarında sığınmışlardır. Mantık bunu gerektirir, başka türlü
de düşünülemez. Nasıl ki Beytüşşebap isyanında İhsan Nuri, eğer Nasturilere
destek kabilinden isyan etmiş olsalardı, çünkü çatışmadan sonra bir yanlış
anlamayla harekete geçtiklerini fark etmiş, bu nedenle Irak’a, İngilizlere
değil de, Suriye’ye, Fransızlara adamlarıyla birlikte sığınmıştır. Çünkü
arkadaşları içinde Irak tarafına geçen yoktur. Hurşit Bey onlarla birlikte
gelmemiş, İran’a sığınmıştır. Irak'a, yani İngilizlere bir kişi bile
sığınmamış. Bunu devlet neden göz önünde bulundurmamış.
Şeyh Said tarafından Urfa’daki Milli aşiret reisi Halil Bey’e
gönderilen mektupta; “…kadınlık mesturunu kaldırmış, zinayı ve içki
içilmesini, kadınların yabancılarla dans yapmasını mübah kılmış, bu gibi
fuhşiyata mahsus, mesela dans salonu, tiyatro, sinema, bar ve umumhane gibi
geniş binalar inşa etmişler…”
deniyor. Hatta Şeyh Said’in yayınladığı söylenen beyananmede bile “Şimdiki
hükümet mütemadiyen dinsizlik neşretmektedir. Kadınlar çıplaktır…” deniyor.
İsyan çıktığı zaman daha Kılık kıyafet inkılabı yapılmamıştı. Mustafa Kemal’in
hanımı Latife Hanımefendi bile o sırada çarşaflıydı. Peki bu ibareler sonradan
Şeyh Said’e mal edilmiş olmaz mı? 1925 yılında, isyan sırasında bu ibareler
gazetelerde yayınlanmış mıydı? Ya da mahkemede okunmuş muydu?
Zazalar Türkmen midir, orasını bilmeyiz,
ama Zazalar içinde “biz Horasan’dan geldik, Türkmeniz” diyenler var;
bunlar da az değil. Hatta Zazalar Türkmenlerin piri Saru Saltuk’u ve oğullarını
günümüzde bile unutmamışlar, halen türbesini ziyaret ederler. Yani Türkmen
kültürü Zazalara oldukça sirayet etmiş. Onları Türkmenlerden ayırmak çok zor. Ancak
Zazaların Kürt olmadığı çok iyi bilinmektedir. Zazalar Arap da değil.
Mahkeme üyesi Ali Saip, Fransızların Adana'yı işgalinde, Kozan
Jandarma kumandanıdır ve bir yıl süreyle Fransızlara bilfiil hizmet etmiş, bu
süre boyunca Milli mücadelecilere karşı çıkmış, hatta Kürt Mirza emrinde
Kürtlerden oluşan bir müfreze birliği kurdurarak onları takip ettirmiş biridir.
Kürt Mirza'nın Kozan bölgesinde pekçok Türk köyünü basıp, Türk köylülerine
işkence yaptığı çok iyi bilinmektedir. Onun Kozan'a yakalayıp getirdiği Hamza
adlı bir Türk köylüsünü Yüzbaşı Ali Saip hükümet konağı önünde bizzat yargısız
infaz etmiştir. Hatta onun bir Türk köylüsünü de aynı biçimde hükümet konağı
önünde bizzat tabancayla vurarak öldürdüğü söylenir. Böyle biri Urfa'ya tayin
edildikten sonra her nasılsa Urfa Müdafaai Hukuk Cemiyeti'nin başına geçip,
Urfa'nın Fransız işgalinden kurtulmasından sonra, soluğu Ankara'da, TBMM'de
alması enteresandır. Ayrıca Ali Saib'in Urfa'yı 10/11 Nisan gecesi terkeden
Fransız 100 askere yolda pusu kurulup suçsuz yere ve vahşice öldürülmelerinde
de rolü bulunmaktadır. Çünkü Mülazımıevvel Halil Nuri Bey bu olayla ilgili
düzenlediği raporu ona vermiştir. Urfa'daki Cemiyeti'n başkanı o gelmeden önce
Binbaşı Ali Rıza Bey'di. Bu kişi tutuklandıktan sonra bir yolunu bulup
Siverek'e kaçmıştı. Aynı durum Yüzbaşı Ali saib'in de başına gelecek, ama ne
hikmetse o Cemiyet başkanlığını devam ettirecektir. Peki, Binbaşı Ali Rıza
neden devam ettirmemiş? İşin içinde bir şeyler var. Dahası, Ali Saib'in Gizik
Duran'a müthiş kini var. Gizik Duran, üç Ermeninin kendisini vurmak istemesiyle
karakola gidip şikayet ediyor, ama bir görevli bile ilgilenmiyor, acaba neden?
Onlara Ali Saip emir vermiş olabilir mi? Nasıl olsa o sırada Konya İstiklal
Mahkemesi başkanıydı. Ve bir hayat böylece karardı. Üç Ermeniyi öldüren Milli
mücadele kahramanı Gizik Duran yeniden dağ çıkmak ve eşkıya olmak zorunda kaldı,
o 1929 yılında kurşunlanıp öldürülene kadar.
[1] Şeyh
Said -Vikipedi
[2] Şeyh Said’in Yargılanması ve Mehkeme
İfadesi, 29 Nisan 2010,;
http://www.sehidler.com/sehit/sehidler/turkiye-sehidleri/sehid-seyh-saidin-hayati-sehid-seyh-said-isyani-kiyami.html
[3] İbnü’zzaman, Mevlana Halidi ve
Bediüzzaman; http://www.nurforum.org/forum/kadiri-tarikati/mevlana-halid-i-bagdadi-ve-bediuzzaman/
[4] Şeyh Said’in Yargılanması ve Mehkeme İfadesi, a.g.y.
[5] Murat Deniz, Türk Basınında Şeyh Sait
İsyanı, Yüksek Lisans Tezi, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih
Anabilim Dalı, Elazığ 2007, s. 15
[6] Şeyh Said’in Yargılanması ve Mehkeme İfadesi, a.g.y.,
[7] Murat Deniz, a.g.t., s. 15
[8] Şeyh Said’in Yargılanması ve Mehkeme İfadesi, a.g.y.,
[9] Murat Deniz, a.g.t., s. 15
[10] Hakan
Kutlu, Şark İstiklal Mahkemesi’nde 1925-1927 döneminde Takrir-i Sükun Kanununun
Uygulanması, Yüksek Lisans Tezi, T.C.
İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Türkiye
Cumhuriyeti tarihi Bilim dalı, Malatya 2007, s. 70
[11] Hakan
Kutlu, a.g.t., s. 72-73
[12] Hakan
Kutlu, a.g.t., s. 69
[13] Işıl
Turan, Komitern Belgelerinde Şeyh Sait İsyanı ve Ankara’daki Kabine
Değişikliği, Yakın Dönem Türkiye Araştırmaları, İstanbul Üniversitesi Atatürk
İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, Sayı 11, İstanbul 2007, s. 185
[14] Hakan
Kutlu, a.g.t., s. 71-72
[15] Hakan
Kutlu, a.g.t., s. 73-74
[16] İbrahim
Sediyani, Şeyh Sait Sohbeti 6, 14/12/2012, Saat: 21,46. Ufkumuz.com.
http://www.ufkumuz.com/21463_Seyh-Said-Sohbeti-%E2%80%93-6.html
[17] İbrahim
Sediyani, a.g.r.,
[18] Hakan
Kutlu, a.g.t., s. 74-75
[19] Metin Toker, Şeyh Sait ve Isyanı,
Akis Yayınları, Ankara 1968, sayfa 21.
[20] Dr.
Nahit Yüksel, Cumhuriyet’in İlk Bütçesi: Çoşku, Gurur ve Kaygı, Maliye Dergisi,
Sayı 159, Maliye Bakanlığı Yayınları,
Ankara, Aralık 2010, s. 307
[21] Nahit
Yüksel, a.g.m., s. 309
[22] Nahit
Yüksel, a.g.m., s. 307
[23] H.Şelıc, Zaza Gerçeği, Dicle-Fırat
Yayınları, Münih 1988, s. 36.
[24] Mehmet Şerif Fırat, Doğu Illeri ve
Varto Tarihi, TKAE Yayını, Ankara 1981, s. 181
[25] Cihad-Kar, 80. Yılında Şeyh sait Ayaklanması ve
Gerçekleri-1, http://zazaki.de
[26] İbrahim
Sediyani, a.g.r.,
[27] M.Şerif Fırat. a.g.e., s. 180.
[28] Hakan Kutlu, a.g.t., s.. 92
[29] İbrahim
Sediyani, a.g.r.,
[30] Murat Deniz, a.g.t., s. 23
[31] Murat Deniz, a.g.t., s. 23
[32] Murat Deniz, a.g.t., s. 2-3
[33] Hakan Kutlu, a.g.t., s.. 84
[34] Murat Deniz, a.g.t., s. 4
[35] Hakan
Kutlu, a.g.t., s. 83
[36] Murat
Deniz, a.g.t., s. 27
[37] Murat
Deniz, a.g.t., s. 25
[38] Murat
Deniz, a.g.t., s. 32
[39] Murat
Deniz, a.g.t., s. 26-27
[40] Murat
Deniz, a.g.t., s. 27
[41] Murat
Deniz, a.g.t., s. 27-28
[42] Murat
Deniz, a.g.t., s. 28-29
[43] Murat
Deniz, a.g.t., s. 28
[44] Hakan
Kutlu, a.g.t., s. 80
[45] Murat
Deniz, a.g.t., s. 29
[46] Murat
Deniz, a.g.t., s. 30
[47] Hakan
Kutlu, a.g.t., s. 80
[48] Murat
Deniz, a.g.t., s. 29
[49] Murat
Deniz, a.g.t., s. 30
[50] Murat
Deniz, a.g.t., s. 33
[51] Hakan
Kutlu, a.g.t., s. 84-92
[52] Murat
Deniz, a.g.t., s. 44-45
[53] Murat
Deniz, a.g.t., s. 41
[54] Murat
Deniz, a.g.t., s. 41
[55] Murat
Deniz, a.g.t., s. 40
[56] Türkiye Cumhuriyeti Tarihi -II- (Durmuş Yalçın, Prof. Dr. Yaşar Akbıyık, Prof. Dr. Yücel Özkaya, Prof. Dr. Gülnihal Bozkurt, Prof. Dr. D. Ali Akbulut, Prof. Dr. Erdinç Tokgöz, Prof. Dr. Refik Turan, Prof. Dr. Nuri Köstüklü, Prof. Dr. Mustafa Balcıoğlu, Prof. Dr. Mehmet Akif Tural, Prof. Dr. Cezmi Eraslan, Doç. Dr. Cemal Avcı,), Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 2011, s. 373-375
[56] Türkiye Cumhuriyeti Tarihi -II- (Durmuş Yalçın, Prof. Dr. Yaşar Akbıyık, Prof. Dr. Yücel Özkaya, Prof. Dr. Gülnihal Bozkurt, Prof. Dr. D. Ali Akbulut, Prof. Dr. Erdinç Tokgöz, Prof. Dr. Refik Turan, Prof. Dr. Nuri Köstüklü, Prof. Dr. Mustafa Balcıoğlu, Prof. Dr. Mehmet Akif Tural, Prof. Dr. Cezmi Eraslan, Doç. Dr. Cemal Avcı,), Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 2011, s. 373-375
[57] Hakan
Kutlu, a.g.t., s. 46
[58] Murat
Deniz, a.g.t, s. 34-36
[59] Murat
Deniz, a.g.t., 36
[60] Murat
Deniz, a.g.e., s. 39
[61] Cumhuriyet
Tarihi, Şeyh Sait Ayaklanması, http://www.akintarih.com/turktarihi/cumhuriyetdonemi/seyhsait.htm; Şeyh Said İsyanı –Vikipedi-
[62] Hakan
Kutlu, a.g.t., s. 81-82
[63] Murat
Deniz, a.g.e., s. 53
[64] Murat
Deniz, a.g.e., s. 54
[65] Ali
Fuat Cebesoy, Siyasi Hatıralar (Büyük Saferden Lozan’a, Lozan’dan Cumhuriyete),
Cilt 1-2, Temel Yayınları/157, s. 553-554
[66] Murat
Deniz, a.g.e., s. 54
[67] Ali
Fuat Cebesoy, a.g.e., s. 554
[68] Murat
Deniz, a.g.e., s. 54-55
[69] Ali
Fuat Cebesoy, a.g.e., s. 554
[70] Murat
Deniz, a.g.e., s. 55-56
[71] Ali
Fuat Cebesoy, a.g.e., s. 554
[72] Murat
Deniz, a.g.e., s. 56
[73] Murat
Deniz, a.g.e., s. 56
[74] Ali
Fuat Cebesoy, a.g.e., s. 555
[75] Murat
Deniz, a.g.e., s. 56-57
[76] Fahrettin Öztoprak, Oğuzların İsyanı ve Babai
Türkmenler, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları/261, İstanbul 2010, s.
22-31
[77] Fahrettin Öztoprak, Babailer, Balkan Türkleri ve Şeyh
Bedrettin, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları/243, İstanbul 2009, s.
219
[78] Osmanlıda Kürdistan eyaleti yoktur, hiçbir zaman da olmamıştır,
Diyarbakır eyaleti vardır. Arap olan ve
Bazoğulları diye adlandırılan Mervaniler X. Yüzyıl’ın son çeyreğinde
Diyarbakır’ı ele geçirdiler. Tuğrul Bey, bu şehri 1045 yılında Anasıoğlu ve
Buka Bey idaresindeki Oğuzlara ikta olarak verdi (Senem Özdoğan, Orta Asya’dan Diyarbakır ve Çevresine Göçler, Yüksek
Lisans Tezi, TC Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Tarih Anabilim dalı, Kahramanmaraş 2007, s. 23-24). Buveyhoğulları 1047 yılında şehri ele geçirip yeniden Mervanilere verdiler (Prof. Dr. Mükremin Halil Yinanç, Türkiye Tarihi (Birinci
Kitap), İstanbul Üniversitesi Yayınları No. 240. Edebiyat Fakültesi Tarih
Zümresi Neşriyatı, İstanbul 1944, s. 43-44) . 1085 yılında şehre Selçuklular hakim oldu. Şehir 1232 yılına kadar
Türkler tarafından idare edildi. 1232 yılında Eyyubiler şehre hakim oldular.
1240 yılında şehir Anadolu Selçukluları’nın eline geçti. Şehri 1302-1394
yılları arasında İlhanlılar yönetti. Yedi yıl Timur elinde kaldı. 1401-1507
yılları arasında şehre Akkoyunlu Türkmenler hakim oldu. 1507 yılında Safeviler
eline geçti. 1515’te şehre Osmanlılar hakim oldu (Diyarbakir Tarihi ve Genel Bilgileri http://www.i-gunler.com/Diyarbakir/Sehir-Tarihi/21). Diyarbakır Tarih boyunca bir an bile Kürtlerin hakimiyetine girmedi.
[79] Birileri TBMM’de Gizli Celseyle Kürdistan’a özgürlük verildi diyerek 10
Şubat 1922 tarihli bir Meclis
oturumundan bahsediyorlar. Oysa, “9 Şubat 1922 tarihli oturum ‘Yüz Elli Yedinci
İnikat’, 11 Şubat 1922 tarihli oturum ‘Yüz Elli Sekizinci İnikat’ diye
numaralandırılmış.” Arada herhangi bir boşluk yok. Bunlar da günümüzde
yayınlanmış. Yani işin gizlisi mizlisi kalmamış. Ayşe Hür, 1922’de Kürtlere söz verildi mi? Radikal, 23/01/2013, Türkiye;
Kürtlere söz verildi mi?
[80] Fahrettin Öztoprak, Babailer, Balkan Türkleri ve Şeyh
Bedrettin, Genişletilmiş İkinci Baskı, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları/245,
İstanbul 2010, s. 349
[81] Bülent
Taşpınar, Hakimiyet-i Milliye Gazetesinde Şeyh sait Ayaklanması, Yüksek Lisans
Tezi, TC Selçuk Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü İlköğretim Anabilim
Dalı Sosyal Bilgiler Eğitimi Bilim Dalı, Konya 2010, s. 76-77
[82] Hakan
Kutlu, a.g.t., s. 136
[83] Hakan
Kutlu, a.g.t., s. 136
[84] Bülent
Taşpınar, a.g.t., s. 77
[85] Hakan
Kutlu, a.g.t., s. 135
[86] Bülent
Taşpınar, a.g.t., s. 80-81
[87] Bülent
Taşpınar, a.g.t., s. 81-82
[88] Murat
Deniz, a.g.t., s. 62
[89] Bülent
Taşpınar, a.g.t., s. 83-84
[90] Murat
Deniz, a.g.t., s. 62
[91] Bülent
Taşpınar, a.g.t., s. 84
[92] Murat
Deniz, a.g.t., s. 62
[93] Hakan
Kutlu, a.g.t., s. 136-137
[94] Bülent
Taşpınar, a.g.t., s. 84
[95] Hakan
Kutlu, a.g.t., s. 136-137
[96] Muhammet Salih Pirani, Şeyh Said’in Yakalanması; http://mucahidlerimiz.blogspot.com/2012/03/muhammed-salih-pirani-seyh-said-seyh_9077.html
[97] Muhammet Salih Pirani, a.g.y.,
[98] Muhammet Salih Pirani, a.g.y.,
[99] Cihad-Kar,
a.g.y.
[100] Muhammet Salih Pirani, a.g.y.,
[101] Cihad-Kar,
a.g.y., s. 6
[102] Cihad-Kar,
a.g.y., s. 10
[103] Muhammet Salih Pirani, a.g.y.,
[104] Hakan
Kutlu, a.g.t., s. 137
[105] Bülent
Taşpınar, a.g.t., s. 84
[106] Bülent
Taşpınar, a.g.t., s. 85
[107] Ufkumuz.com, Şeyh Said Sohbeti -7-, 19/12/2012, Saat
00: 56, http://www.ufkumuz.com/21515_Seyh-Said-Sohbeti-%E2%80%93-7.html
[108] Bülent
Taşpınar, a.g.t., s. 83
[109] Murat
Deniz, a.g.t., s. 66
[110] Bülent
Taşpınar, a.g.t., s. 87
[111] Murat
Deniz, a.g.t., s. 66
[112] Hakan
Kutlu, a.g.t., s. 147-148
[113] Murat
Deniz, a.g.t., s. 82
[114] Hakan
Kutlu, a.g.t., s. 155-156
[115] Bülent
Taşpınar, a.g.t., s. 88
[116] Bülent
Taşpınar, a.g.t., s. 100
[117] Şeyh Said’in Yargılanması ve
Mehkeme İfadesi, Şeyh Said Kıyamı -4-, 28 Haziran 2012, Saat 00: 28, Tevhid
Haber, Araştırma; http://www.tevhidhaber.com/news_detail.php?id=78413
[118] Murat Deniz, a.g.t., s. 70-71
[119] Murat Deniz, a.g.t., s. 75-79
[120] Murat Deniz, .a.g.t., s. 86-91
[121] Murat Deniz, .a.g.t., s. 92-95
[122] Murat Deniz, .a.g.t., s. 98-102
[123] Murat Deniz, .a.g.t., s. 103
[124] Bülent
Taşpınar, a.g.t., s. 107-108
[125] Hakan
Kutlu, a.g.t., s. 180-181
[126] Hakan
Kutlu, a.g.t,, s. 181-183
[127] Hakan
Kutlu, a.g.t,, s. 186
[128] Hakan
Kutlu, a.g.t,, s. 183-184
[129] Murat Deniz, .a.g.t., s. 86-87
[130] Murat Deniz, .a.g.t., s. 88
[131] Yusuf Ziya (Koçzade) -
Vikipedi
[132] Yusuf Ziya (Koçzade)-
Vikipedi
[133] İhsan Çölemerikli 17
Şubat 2011, Yüksekova Haber;
http://www.yuksekovahaber.com/yazi/seyh-sait-isyani-2101.htm
[134] İhsan Nuri - Vikipedi
[135] İhsan Nuri - Vikipedi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder